15 Nisan 2017 Cumartesi

SIX FEET UNDER

''Köstebek maması çıkmış'' dedi, fısıldayarak kör ihtiyarın kulağına. ''Ama kim bir köstebek beslemek ister ki?''
   ''Ben!'' diye atıldı ihtiyar kör adam. ''Körün halinden kör anlar'' Bastonundan destek alıp doğruldu, ağır adımlarla yürümeye koyuldu. Şanslı bir köstebek peşi sıra seğirtti, ihtiyar kör adamın ardından.

   Muammer bu epik teatral giriş ile güne başlamasına sevindi. ''Sırada ne var Cenk?'' diye seslendi, yüzü gökyüzüne dönük olduğu halde.



Irmağa eğilir adam. Başını akan suya sokar. Çıkardığında başka biri olmuştur. Yeni bir yüz, yeni bir kimlik.
   Tanık koruma programına alınan kişi estetik ameliyatı esnasında bu rüyayı görür. Ameliyat hala sürmektedir. Rüya da öyle: Adam akan suda kendini görmek ister ve dehşete kapılır. Bu yüz ihbar ettiği, yakalattığı, aslında masum olan adamın yüzüdür. Tekrar kafasını suya sokar. Su birden kızıllaşır, kana dönüşür. Başını bir türlü çıkaramaz, çırpınmaktadır kabusunda. Ameliyatında da kan basıncı hızla düşmektedir. Ele verdiği adam aynı dakikalarda zehirli iğneyle ölüm yolculuğuna çıkmıştır. Adamımız masada kalır.




''Uzak'' filmi baştan aşağı insanın gelgitleriyle, kaybettikleriyle, metaforlarla doludur.. Örneğin adamımız evinde misafiri yanındayken belki yüzlerce kez seyrettiği ''Stalker''ı seyretmektedir. O meşhur raylardaki 5 dakika süren vagon sekansını.. Amacı köyden gelmiş yakınının sıkılıp odasına gitmesi, kendini yalnız bırakmasıdır. ve bu gerçekleşir de.. eleman odasına gittiğinde, ardından bakar ve videoya bir erotik film koyar... Burada kendimizden de birşeyler buluruz.. Yapmak istediklerimizle yaptıklarımız acı bir şekilde çarpışır ve ekşimsi bir tat bırakır dimağlarda..
Bir örnek daha.. yolculuk esnasında çok güzel bir manzara görür ve güneş o an mükemmel ışık vermektedir.. Bir resim çekmek için durur ve üşenir ekipmanı yerleştirmeye.. ''boşver, gidelim'' der.. bu da derin anlamlar içeren bir sahnedir.. o resmi çekseydi ortaya mükemmel bir şey çıkabilirdi belki de.. ama hayatının özeti gibidir bütün davranışları da... İçki masasında arkadaşları şaka yollu bunu yüzüne vurduklarında, bahsi kapatıp ''karı'' mevzusuna geçmek ister... Köylüsünden duyduğu rahatsızlığın sebeplerinden biri de budur. O'na normal davranış kalıplarını bilmeden empoze edip durması adamımızı rahatsız etmekte, girmiş olduğu görünmez kabın içinde duvarlarının yıkılmasından korkmaktadır...
Geçmişinde yaptığı bencillikler/hatalar ruhunu kanatıp durmakta, dingin görüntüsünün ardında derin acılar çekmektedir.. Yakınlarını hem seven hem de nefret eden bir ruh karmaşasını, sırıtmadan yansıtabilmek yönetmenin ve oyuncunun ustalığını gösterir. Köyünden gelen elemanımıza geçersek, kendinin bu yeni bölgede yabancı olmadığını hissettirmek isterken özellikle kızlara, acemice hareketler yapması başkalarının onun farkında olmamalarının farkında olmamasıyla gülünç/trajikomik bir hal alır. Büyük şehire gelmek hayata yeni başlamak gibidir ve onun yaşayacağı acemilikleri kaldıracak kimse yoktur etrafında.




Kaldırım taşlarını dişiyle sökmeye çalışan bir adamı alaycı bakışlarla seyreden diş hekimlerinden birinin, arkadan yaklaşarak sessizce gırtlağını kesiyor, kaldırımdaki delinin akıllı arkadaşlarından biri. Alaycılık yerini Vegas'ta korku ve dehşete bırakıyor. Beyaz önlüklüler önlüklerinin hakkını veremiyor bir süre. Hırıltılar arasında evrensel yolculuğa beş kala pamuk tıkıyorlar kesik gırtlağa. Kaldırımdaki deli şimdi alaycı bakışların yeni sahibi. Bu tür terörsel uygulamalar töresel anlamlar da taşımıyor değil antikahramanlarımız için. Kaçma vakti, yeni kaldırım taşlarını dişlemek adına. 






Düğünümde edilgendim, cebimdeki leblebileri yemekle ve beyazlıklarını düşünmekle meşguldum. Herşey birileri tarafından ayarlanmıştı; bana düşen bu tuhaf ritüeli uygulamaktan ibaretti. Ama arkadaşın düğününde gördüm ki; özel şarkılar hazırlanmış, özenli ve nezih ortamlar oluşturulmuş, samimiye yakın hoş gülücükler atılmakta. Aklıma yediğim leblebiler geldi. Ceket cebimin derinliklerinde, karanlıkta bir başlarına durmakta olan zavallı beyaz leblebiler, tıpkı benim gibi.

****************************************

Oysa daha yeni başlamıştık. Kaynayan kazanların başındaki uyuşturucu taciri keyifle kokluyor kazanları. Gergili bir adım atıp daha derinlerini koklama sevdasında kazanın. Kel arkadaşının maymununun az önce yediği muzun kabuğunu göremiyor haliyle. Gerginleşmek isteyen sağ ayak biraz daha açıldığında kabuğa basıp kayıyor. Antikahramanımız kendini kazanın içinde buluyor. Yeni bir tat, yeni bir renk veriyor bu güzel eylem, uçmakta olan kalabalığın dimağına.

*****************************************

Ağır atlar zamanı. Kurşun gibi ağır atlar fili alır. Sucukçu vezir bu anı kollamaktadır. Bekletmeden alır ağır siyah atı ve keser sur dibinde. Ağır siyah atın ağır kokulu kanı sıvar sur duvarlarını. Tuhaf bir coşku yayılır bütün bünyelere, şölen ateşi yakılır. Kör bıçaklı kasaplar gözleri bağlı olduğu halde, birbirlerini yaralamaya çalışır kahkahalar eşliğinde. Deliliğin sınırlarını aştın mı tadından yenmez olur hayat. Tadından yenmez.

,



Bu son dostum. Artık eve dönme vakti, Cennete. Babamızın kovulduğu yere. Bizi kapıda boyunlarında çiçeklerle yerli kızlar karşılayacak. Vurduğumuz adamların kızları. Her birimizin boynuna çiçekler takacaklar. Ve biz yanlış kapıda olduğumuzu anladığımızda, boyunlarımızdakinin dikenli tel olduğunu da anlayacağız.



Bir M-16'nın gölgesinde uyukluyorum.................. Güneş gözümü alıyor. Vurduğum bir arap mı yoksa dört ayaklı bir hayvan mı seçemiyorum. Üstlerim bunun pek de önemli olmadığını söylemişlerdi aylar önce buraya geldiğimizde. Kızgın çölün ortasında uzun lacivert bir asfalt düşlüyorum, ortasında seraptan işveli kızlar görebileceğim. Benim düşüm de bu şimdilik, kurumaya yüz tutmuş beyin sıvımdan kalanlarla ancak bu kadarını isteyebiliyorum. Vurduğum şeyin yanına kadar yürüyorum. Ama, ama... vurduğum güzel beyaz bir kızmış. Serap olduğunu düşünüp gözlerimi kapatıyorum.

**************************************

Dünden kalanlarla karnımı doyuruyorum. Günden kalanlar şeffaf bir poşetin içinde yarını bekliyor. Bugünden dünü yaşıyorum, dün benim için hiç bitmiyor. Bu yüzden gelecek planları yapamıyorum. Son cümlelerimin etkisi bastırsın istemem üstteki cümlelerimin etkisini. Bu yüzden diyorum, sürmeli dünden kalanların etkisi.




Bir tavşan öldürdüm, kızıl bir tavşan. Son nefesini verirken yetiştim, eğildim dudaklarına fısıltısını dinledim: ''Tam da komünizmi getirmek üzereydim...''



Yaban Çilekleri (1957) – Ingmar BERGMAN
‘’Sgibritt’in oğlunun doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde yatardı. Artık elli yaşında olacak.’’
Jenerikte ******-girl yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür filmlerde ‘spoiler’ uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü, tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması. Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız. Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla ışıl ışıl parlaması –mecaz-.
İhtiyar bir ağacın dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki yalnızlığı, tatlı ve lezzetli çilekleri tadarmışçasına bir bahar tazeliğine bürünür. Karakterlerimizin bütün şekillenmişiliğinin yeni yeni yeşermeye başladığı o çocukluğumuza dönebilsek; tıpkı şu yaban çilekleri gibi. Onlar hiç değişmez değil mi? Biz niye değişiriz? Aklımız olduğu için mi? Aklımızın olması iyi bir şey midir? Neye göre iyi bir şeydir?
Bir kır evinde, zamanın genişlediği bu yerde, bütün aile bireyleri bir taraftan kendi hayatlarını, bir taraftan da toplanmalarından oluşan, o tuhaf, neşeli, geçici ve basit ortak hayatı duyumsarlar. O anlarda yaşadığımızı daha derinden hissederiz. Ama hissimizin doğruluğu konusunda hiçbir kıstas yoktur elimizde. Sanki o anlardaki birliktelik bize sahte bir ‘güçlü olma’ duygusu yaşatır. Oysa insan yalnızlığı koyulaştıkça sertleşir. Kaskatı kesilmiş ruh, ölümüyle beraber kaskatı olmuş bedeniyle bütünleşerek tamamına erer. Seçim bize kalmış. Öyle veya böyle, görünürde pek bir şey değişmez. Kafanızdaki sorular dallanıp budandıkça, bir bakmışsınız cevaplara da daha kolay ulaşır olmuşsunuz bu dallar sayesinde.
Kır evinde, dışa açık oldukları sürece tatlı bir coşku, telaş süre gider. Bahçelerindeki ve çitlerin ardındaki yaban çileklerinin varlığı da, düşünmeseler bile bu ortak coşkuyu içten içe körükler. Ta ki herkes evlerine dönüp, havalar soğuduğunda, oralarda kimse kalmadığında, ömrün baharı geçtiğinde, o kır evindeki neşeden arta kalan, içten içe yuvalanan bir şey, bitmiş bir şeyin, çürümüşlüğün kokusundan hayat bulan ölüm yaklaşmaya başlar.
Defalarca seyredilip farklı tatlar alınabilecek bir baş yapıt.




— Dolabın altına düşürdüğü kalemini eğilip almak isterken iç kanama geçirmiş efendim.
 — Parası var mıymış?
 — Bilmiyoruz efendim, adam kendinde değil.
 — Ceplerini karıştırın, kredi kartı, cüzdanı falan.
 — Cüzdanı yok efendim. Kim olduğunu bilmiyoruz.
 — Ee, kalem düşürmüş, eğilirken şey etmiş diyordun ya?
 — O bilgiyi de O’nu buraya bırakıp, birden ortalıktan kaybolan adamdan aldık efendim.
 — O da kimdi ki, kaçıp gitmiş hemen?
 — Saçlı, sakallı iri bir şey. Şu Tolstoy denen adama benzediğini söyledi, doktorlardan biri.
 — Adamın paltosunun cebinde bazı kirli kâğıt parçaları bulduk efendim. ‘Bütün Rus Edebiyatının çıkacağı yer burası, Gogol'un bu palto cebidir’ gibisinden bir şeyler yazıyormuş. Şu Rus hemşire söyledi.

 — Ne diyosun!