Postmodern
aynalı gökdelenler yapmak adına, çoktan boşaltılıp biz sefillere yuva olmuş
yıkık, tarihi binaları yıkmaya karar verdiklerinde evimden kaçışımın 3. yılını
kutluyorduk arkadaşlarla. Mumlara üflüyordum ki 2 de kremaya bulaşmış böcek çıkmıştı pastanın
içinden, pastadan çıkan dansöz tadında bir şirinlik olmuştu. Soğuk, nemli ve
yosun tutmuş duvarlarına dayanıp sigaramızı tüttürdüğümüz, hayallerimizi
paylaştığımız o kış gecelerinden birinde, belden aşağısı olmayan artık işsiz 2
haber spikeri gözüktü kapısız odamızın kenarında. Eştiler, Falcon Medya Center
onları ve daha yüzlercesini kapının önüne
koymuştu.
''Biz aslında'' dediler, ''hepimiz yarım
bedenli insanlardık, ucuza gelsin diye içimizden iyi görünümlü ve diksiyonu iyi
olanları seçerler spiker yaparlar.'' Ağlıyorlardı, evden kaçmazdan evvel
yüzlerce haberleri ağızlarından dinlediğim bu çift (Zafer Vişne - Melahat Vişne)
bana o zamanlardan beri biraz hüzünlü gelen halleri vardı. Son olaylardan sonra
dayanamamışlar patrona celallenmişler, son okudukları haberin arasına da kendi
talihsiz durumlarını katarak süper final
yapmışlardı.
Melahat ablam aç gözüküyordu. Ağırdan
yudumladığım ısınmış kırmızı şarabımı uzattım. Elleri titreyerek uzandı,
günlerdir açtılar. Pastamın yarısını ikisi yedi. ''Yeme-içme ve ısınma
ihtiyaçları karşılandığına göre kültürel açlığınızı da bastırmalısınız'' dedim,
J.L.Borges'in 'Kum Kitabı'nı uzattım canım ablama. İki damla yaş süzüldü
gözlerinden inceden, bize belli etmeden. Zafer ebim gözlerimin taa derinlerine
sıcacık baktı, ellerimi sıktı. ''Slayer var, 90 öncesi öz Metallica var, Exodus,
Candlemass, Amorphis, Anathema var, olmadı Moby, R.E.M, Depeche Mode, Radiohead,
Doors var. Ne dinlersin abi'' dedim usulca, kırık kalbininin acısını unutması
adına. ''Koy bir Amorphis, kendimize gelelim'' dedi, dünyalar benim
oldu.
Sabah biz işe çıkmak için erkenden
kalktığımızda, iki yarım beden tek beden olmuş mışıl mışıl uyuyorlardı.
Kıyamadık uyandırmaya. Sessizce hazırladık kahvaltılarını
çıktık. (devam...)
Günümüz yorucu geçmişti.
Açıkçası hasılat iyiydi bu yoruculuğa karşılık. Ferda Anıl sakat numarasını
güzel yedirmişti. Ali Atıf kendini lüks bir otomobilin önüne usulca atarken
içerde bir fıstığın olmasından yanaydı. Mehmet Ali abonman vs. satışından mutlu
görünüyordu.
Yıkık, soğuk binamıza yaklaştığımızda
bakmamız gereken iki can daha olduğunu anımsayıp fısıldadım arkadaşlara:
''Masaya 2 tabak daha koy, Elizabeth.'' Gülüştük ve bir kez daha anladık ki
hayat hala bizim için ilginç sürprizler barındırıyor
olabilirdi.
Odamıza neşeyle girdiğimizde
karşılaştığımız manzara iyi değildi. Zafer abim ve Melahat ablam birbirlerine
sımsıkı sarılmışlar ağlıyorlardı. Yaklaşarak acıyla sordum: ''Yoksa biz
yokken..?''
''Evet,'' dedi Zafer abim, ''bir grup
serseri gelip bizi kollarımızdan tutup aşağı sarkıttılar...'' Merakla cümlesini
tamamlamasını bekliyor, acımayla karışık bir nefret duygusunun içimde usulca
filizlendiğini hissediyordum bu iki yeni misafirimize karşı. ''Ve zorla
Fenerbahçe Marşını okuttular.''
Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk.
''Biz ki,'' dedi Zafer, ''koyu bir cimbomluyuz.'' Sinirlenmiştim. ''Bu gün başka
bir gün ve biz bugün başka birileriyiz!'' diye öfkeyle fısıldadım biraz bu
çirkin çifte, biraz da arkadaşlarıma
bakarak.
Çirkin bir kahkaha attı Ferda Anıl ve canım
Melahat ablamı kucaklayarak, odanın içinde dönmeye başladı. Zafer abim
cançekişiyormuşçasına titredi bir ve atıldı ortaya doğru. Ferda Anıl ustaca bir
hamleyle Melahat ablamı, canımın içini Ali Atıf'a doğru attı. Zafer abi
çabasının sonuçsuz kalacağını bile bile kendini parçalıyor, çok sevdiği eşini
bırakmamız için yalvarıyordu. ''Bir şeyi beceremeyeceğini bile bile bu acı
verici çabayı güdüleyen kaynağa gıpta edip haykırdım: ''Bunun adı Otomatik
Portakal, bildin mi Zaferim? Seyrettin mi Zaferim? Kubrick amcana bir selam
çaktın mı Zaferim?''
İkisini de iyice bir hırpaladıktan sonra
saflığını betimleyen bir ses tonuyla kahkahayı basarken açığa verdi olayımızı
Mehmet Ali: ''1 Nisan şakası yaptık size
abi''
İkisi de yorgunluk ve beklenmedik acıdan
kendilerinden geçmişlerdi. Bizi bir süre daha duyamazlardı. Uzun bir şiir
dinletisine hazırlanmak için köşelerimize çekilip tefekküre
daldık. (devam...)
11 gibi uyandık.
Gördüklerimize de inanamadık. Zafer abim ve Melahat ablam saatler önce
kalkmışlar, bu izbe yeri bir güzel temizlemişler, bir de mükellef bir
kahvaltı hazırlamamışlar mı? Hazırlamışlar.
Gözlerimiz yaşarmıştı. ‘’Ama biz size akşam
çok kötü davrandık’’ deyiverdi Ferda Anıl, utancından yere bakabilirken sadece.
Zafer abim gülümsedi. ‘’Kubrick’i biliriz, A Clockwork Orange’ı da biliriz biz;
bizim bilmediğimiz 5 vakit namaz
Muammercim.’’
Böylece ismimi de açık etmiş oldu Zafer
abim. Mükemmel bir lunch tadında geçti yemeğimiz. Espriler havada uçuştu. Bir
yanımızda çay, bir yanımızda kristal bardaklarda portakal suyu. ‘’Bıçak sol ile,
çatal sağ gençler’’ Melahat ablam bu nefis esprisi ile Pazar günümüzü daha bir
şenlendirdi.
Yemeklerimizin üstüne bir keyif çayı, bir de
kalitelisinden sigaralarımızı yaktık. Güneşin cömertçe ısıttığı şehrin
kalabalığına karışmak için can atmaya başladık. ‘’Çiftliğe gidelim’’ dedim
gülerek, ‘’at binmeye, şişe sosisi takıp ateşte kızartırken, memleket
meselelerini, işçilere ödediğimiz yüksek maaşların nasıl belimizi büktüğünü, şu
sosisi bile ağız tadıyla yiyemediğimizi
konuşalım.’’
Ben ve Mehmet Ali Melahat ablamın
kollarından, Ferda Anıl ve Ali Atıf da Zafer ağabeymin kollarından tutmuş bir
şekilde yola koyulduk. Arada bir onları havada çeviriyor, bu mutluluğumuz hiç
bozulmasın istiyorduk ki, bir süpermarket çıktı karşımıza. Çok tedirgin
olmuştuk. Burası onların kaleleri, en mutlu oldukları yerlerden biriydi.
‘’Girelim’’ dedim, ‘’korkularımızın üstüne
gitmeliyiz.’’
İçeri girdik.
Kasaların oraya kadar hafif titreyerek yürüdük. Sepeti tıka basa doldurmuş bir
çirkin çift ve tombul oğulları iştahla aldıklarını boşaltıyorlar, kasiyer kızı
süzüyorlardı. O an da küçük yumurcak
çekiştiriverdi annesini: ‘’Anne beni ne kadar seviyorsunuz?’’ ‘’Değerin kadar
oğlum.’’ Soru kadını hiç şaşırtmamıştı. Atıldı tekrar yumurcak: ‘’Peki benim
değerim nedir?’’ Şahin bakışlı baba bir çırpıda çocuğun pantolonunu ve donunu
indiriverip, kıçını bezgin kasiyer kıza doğru
çevirdi.
O an gördüğümüze inanamadık. Yumurcağın kıç
çatalının üstünde bir barkod vardı. Ve kasiyer kız barkodu okuyunca tıka basa
dolu sepetin fiyatının altında bir rakam çıkıverdi. Yumurcak ‘’yaşasın!’’ diye
haykırdı. Belli ki değerini önemsemişti.
Koşarak kaçtık, korkumuzu bu şekilde
yenmemize imkan yoktu. Zafer abim bizden biri olduğunu ispatlayan sözleriyle
olayımızı tamamladı: ‘’Alem döt olmuş.’’
Parka doğru korkumuzu atmış şekilde
yürürken, Melahat ablam müjdeli haberi verdi: ‘’Biz de çalışmak istiyoruz
çocuklar, size bu şekilde yük olamayız. Bizi sabahları işlek bir yerlere bırakın
akşam hasılat ile beraber alın. Ama bizi birbirimizden uzak yerlere bırakın ki
hasılat artsın. İkisinin de gözleri dolmuştu. Şimdiye kadar hemen hemen hiç
ayrılmamışlardı. Biz de duygulandık. Bunun adı aşk idi.
S O
N
Rüzgarın titrettiği bir çam ağacının dalları arasından bir ana okulunun belli
belirsiz adını okumaya çalıştı. 5 yaşlarında bir çocuk ana okulunun yola bakan
kapalı pencerelerinden birinin perdesini aralamış dışarıyı seyrediyordu. Çocuğun
yüzünde kendisininkine benzer bir mutsuzluk ifadesi gördü. Belki annesini
özlüyor, gelmesini bekliyordu. Kendisi de onun yanında olup, aynı onun gibi
elleri çenesindeyken annesini beklemeyi ve özlemeyi düşledi. Onun kadar saf ve
günahsız olmayı istedi. Ama bunun imkansız olduğunu bilmek ve değiştirilemeyecek
gerçekler, ruhundaki kötü tarafı ortaya çıkartıp yüreğini bir kez
daha kararttı. Aynı pencereden bu küçük çocuğun cinayetleri üstlenip kendini
temize çıkarmasını zevkle seyrederken, annesi içerdeki odalardan birinden elinde
bir tabak sıcak ay çöreği ve sütle geliyor, başını şefkatle okşuyordu.
Küçük
çocukla göz göze geldiğinde, gerçekleri değiştirmeye gücü yetmeyen bir mavi
sigara dumanı gibi dağıldı aklından geçenler. Aklından geçenleri
sezmişçesine bakan çocuktan utandı. Bir kadının küçük çocuğu koltuk altlarından
tutup kaldırmasıyla, bacakları olmadığını görünce utancı daha da
arttı.
Pink Floyd'da Syd Barrett etkileri
1975 yılında Pink Floyd, Wish You Were Here
albümünü kaydederken Shine On You Crazy Diamond (ki baş harfleri SYD olmaktadır)
ve Wish You Were Here şarkılarını Syd Barrett için bestelemişlerdir. Shine
On..'un kayıtlarında Syd, kaşları dahil vücudundaki bütün kılları kesmiş ve kilo
almış bir halde stüdyoya gelip gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sormuştur.
Onu gören grup üyeleri ise ağlamışlardır. David Gilmour o kişinin hala Syd
olduğuna inanmak istemese de Roger Waters onun Syd olduğundan emindir. Ona
yazdıkları Wish You Were Here'i ona çaldıklarında ise Syd Barrett şarkıyı çok
eski moda bulmuştur. Oradan ayrılan Syd Barrett ile grup üyeleri bir daha hiç
buluşmamışlardır. Grup ayrıca Dark Side Of The
Moon albümündeki deliliği anlatan Brain
Damage şarkısını Syd'den esinlenerek yazmış ve Roger Waters, 1982 tarihli Pink Floyd: The
Wall filminin baş kahramı Pink'i yaratırken eski arkadaşı Syd'i düşünerek
yaratmıştır.
‘Kafadan sakat olma
halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde,
KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’
dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol
ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen
haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak
için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken
dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir
şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri
burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde
helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu
yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler
beklermiş.
Kasap
acıdı kuzuya. Oysa kesikti kafası ve yenmeye hazırdı.
‘’Bunu yapanı bulup
kellesini almalıyım’’ diye düşündü.
Tufan anısı
yatışır yatışmaz, Bir tavşan, evliya otları, kıpır kıpır
çan çiçekleri
içinde durdu, gökkuşağına yakardı örümceğin ağları
arasından.
Dükkanını çırağa ve
kedilerine emanet edip yola çıktı.
Bunu yapanı bulacak ve burnundan
getirecekti.
O güzelim
taşlar, saklanan - bakıp duran çiçekleri daha
şimdiden. Pis ana sokakta
kasap tezgâhları kuruldu; bakır
oymaları gibi yukarıya kat kat yığılmış
denize çektiler kayıkları.
Buldu da adamı, burun
deliklerini genişletmekle meşguldü.
‘‘Seni bekliyordum’’ diye fısıldadı,
tuhaf bir umursamazlıkla
ve ekledi: ‘‘Ama hikayemi dinle bir.’’
Kan aktı. Mavi
Sakal'ın orda, - Tanrının mührüyle camları
sararttığı cambazhanelerde,
mezbahalarda, Süt ve kan aktılar.
Kunduzlar yuva kurdu hep. "Fincanlar"
tüttü kahvehanelerde.
Daha suları damlayan büyük cam evde eşsiz görüntülere
baktı
yaslı çocuklar.
‘‘Bu kuzular aslında
vahşi insandılar bir zamanlar ve bir
peygamberi katlettiler. Pişmanlıkları
yüreklerini pamuk gibi etti.
Katlettikleri kişinin de aslında bir hain ve
katil olduğunu bilmeden
hem de. Kuzulara dönüştü her biri…’’
Bir kapı çarptı;
köy alanında çocuk savurdu kollarını şakır şakır
sağanak altında, -
fırıldaklar ve çan kuleleri tepesinde bütün yel
horozları oyunu anladılar.
Bayan Alpler’e bir piyano yerleştirdi.
Ayin ve ilk "bağlaşım"lar yüz
binlerce sunağında kutlandı katedral'in.
‘‘…Ve öğrendiler
katlettiklerinin aslında peygamber olmadığını;
yapılması gerekeni
yaptıklarını. Tövbelerini bozdular ama kuzu
olarak kaldılar. Her biri,
gırtlağı kesildiği an acılarının da sona
ereceğini bildi ve bunu diledi. Ben
bu dilekleri yerine getiririm.’’
Kervanlar yola
düzüldü. Allak bullak olmuş kutup gecesiyle buzlar
içinde kuruldu Splandid-
Otel. O günden beri, keki çöllerinde cıvıldaşan
çakalları işitti ay - ve
tahta kunduralı çoban şiirlerini, meyve bahçelerinde
gıcırdayan. Sonra
tomurcuklanmış mor ulu ormanda Eucharis baharın
geldiğini söyledi
bana.
Kasap kapandı dizlerine
adamın ve büyük bir tövbeye girişti.
Tövbenin derinliği ve uzunluğu bedenini
titretti. Dayanamaz oldu
ve hızla dönüştü kuzuya. Adam onu hiç kesmedi uzun
zaman boyunca.
Fışkır ey göl;
köpük, köprülerden ak, ormanlar üzerinden aş; -karaçuhalar,
erganunlar,
şimşekler, gök gürültüleri, yükselin, yürüyün; -sular ve hüzünler,
yükselin,
getirin tufanları yeniden. Çünkü onlar dağılan bir can sıkıntısı ki…
-Ah
güzelim taşlar, gömülen; o açılmış çiçekler! - Ve Ece, gömleği
içinde
korları ateşleyen Büyücü Kadın bildiğini hiçbir zaman
anlatmak istemeyecek
bize.
(yeşiller
A.Rimbaud’nun ‘Tufandan Sonra’ şiirinden.)
Toz kalktı önce,
gökyüzüne inerken iki melek. Peşi sıra yağmur tozu çamura çevirdi. İki ıslak
melek hayat tozu serptiler çamurun üstüne. Şekillendi çamur kendi kendine.
Darwin uzaktan bakıyordu bu olağanüstü sahneye. Ovuşturdu gözlerini. Bir daha
baktı. Bir daha, bir daha, bir daha. Baktıkça, hafzalası peryodik olarak deforme
olmaktaydı. Secde etti ve uyudu öylece. Uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu.
Çamurdan ete dönüşen insan okşadı kafasını Darwin’in. Öptü ellerini insanın,
Darwin. Ve eserini yazmaya koyuldu. Az önce olanları tamamen unutmuş bir halde.
Hepimizin bir şeyleri unuttuğu, bir şeyleri bozduğu, bir şeyleri feda ettiği,
insanı/insanlığı tuhaf bir şekilde yeniden kurguladığı gibi.
Teorema (1968) Yön:
P.P.Pasolini
Birdenbire ev
halkının hayatlarına girer. Nereden geldiği önemli değildir. Annenin, babanın,
oğlun, kızın ve hizmetçinin hayatlarını değiştirir ve gider. Gidişi anlamı
tamamlar. Dönmesi yersizdir artık. Dönmeye teşebbüs etmek, ev halkı üzerinde
bıraktığı etkiyi sıfırlamak anlamına gelir. Bir yapı bozucu olarak, elle tutulur
gerçeğin dünyasında yeniden belirme ve eve geri dönme ihtimali onu ‘düşman’
yapar ev halkının gözünde. Hiç dönmeyecek olmasına rağmen hem de. Gerçekleşmemiş
olanın, potansiyel olarak tehdit unsuru olması, ‘gidenin’ yapı bozucu olma
eylemini elle tutulur dünyaya, gerçeğe taşır. Kader, ‘evrenin programını’ canlı
bir varlıkmışçasına ölümüne korur.
''Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orada her şeyi satabilirsiniz; çünkü çölde her
şey mucize etkisi yapar.'' P.P.Pasolini
Delinin biri,
elinde ustura matbaaya dalar. O an basılmakta olan kitabın, basılmakta olan
sayfalarında kendinden bahsedilmektedir. Baskıyı okuyan bir işçiye arkadan
sessizce yaklaşır ve gırtlağını keser. İşçi tam da başına gelecekleri
okumaktadır o an. Gırtlağı kesildiği an, ‘’…deli arkadan yaklaşır ve işçinin
gırtlağını keser…’’ cümlesini okumaktadır. Ve o an ölüm acısını bastırır,
baskıda yazanla ilgili merakı. Gırtlağından fışkıran kan kıpkızıl etmiştir
baskıyı, okunmamaktadır. Eliyle gırtlağına basıp yan baskıya yürür zorlukla.
Kaderini öğrenme dürtüsü ayakta tutar kendini. ‘’…arkasına döner ve deliyle göz
göze gelir…’’ kısmını okuyunca arkaya dönüp dönmemekte tereddüt eder. Sonraki
satırlarda ‘tereddüt eder’ kısmı yazdığını düşünür. ‘Birazdan yere yığılır ve
ölür’ tarzı bir şeyler de peşi sıra gelecektir kendince. Okumayı bırakır ve
kaderine isyan eder. Delinin elinden usturayı kapar ve sıkı bir hamleyle delinin
ömrünü sonlandırır. Ambulans içeri kadar girmiştir. Kitaptaki son satırlarda
‘’yerde uzun süre can çekişip öldüğü’’ yazmaktadır.
Apocalypse
Now -Redux- (1979) Yön: F.F. COPPOLA
‘’Sabahları
Napalm kokusuna bayılıyorum.’’
Apocalypse Now,
yine, yeni, yeniden. Bitmeyen azap. 4 metrekarelik odanda, tavandaki pervaneyi
seyrederken yuvanı özlemek. Yuvandayken de buraları, savaşı, öldürmeyi. Kana,
kaosa, dumana ve napalma bulanmış bir yeryüzü toprağında, senden olmayanlardan
çıkarma, varoluşun derinliklerinden doğan acının histerisini. Anlamsızca bir
intikam duygusunun seni de sarıp, seni de tamamen anlamsızlaştırması ve
buruşturup bir kenara atması. Atıldığımız bu yerlerin konforu bizi kesmez olur
ve özleriz bir kez daha bu zayıf insanların topraklarını ve onları öldürmeyi. Bu
duruma asker iken isyan eden bir albayın avlanmasına sıra
gelmiştir.
Coppola 150
dakikalık orijinal versiyonuna 50 dakika daha ekleyerek 200 dakikaya çıkarmış ve
‘’adına ‘Redux’ diyeler’’ demiş. Kasasında 5 buçuk saatlik (330 dakika) bir
kurgusu daha var. Bakalım o da gün yüzüne çıkacak mı? Bu 50 dakika içinde,
orijinal filmde hiç gözükmeyen Fransız kolonisinin uzun bir sekansı mevcut.
Ayrıca bazı taşmalardan da bahsedilebilir. Yani eklenmeseydi de film değerinden
bir şey yitirmezdi denilebilir.
Uyarlandığı
romanın konusu Nijer’de geçerken –o bölgede bütün kaynakları sömüren bir şirkete
gönderilen adamımız isyan eder ve kontrolü ele geçirir ve onu durdurmak için de
biri gönderilir- Coppola konuyu Vietnam’a uyarlamıştır. Sıkı bir Nietzsche
hayranı olan Coppola, filmine bir çok alt metin yedirerek, Nietzsche tarzı
kafayı yemiş 4-5 adamı başrole oturtmuştur. Helikopterlerin saldırısı esnasında,
Nietzsche’nin yakın arkadaşı Wagner’den ‘Tannhauser’i çaldırması manidardır.
Görünürde bir
savaş filmi gibidir. Aynı zaman da bir yol filmidir de. Uğranılan her yer o
tuhaf çılgınlıktan nasibini almıştır. Sanki herkes savaşın yaydığı kutsal bir
trans halindedir. Emir-komuta zinciri kırılmıştır. Uğranılan bazı yerlerde
komutanın kimde olduğu belli değildir. Albayı (M.Brando) yakalamakla
görevlendirilen yüzbaşı Willard, (M.Sheen) yol boyunca albayın dosyasını
okurken, bazı şeylerin yazıldığı/görüldüğü gibi olmadığının farkına
varır.
Filmin
Cannes’daki gösterimi öncesi basın mensuplarının karşısına geçen Coppola artık
her şeyin değiştiğini Nietzsche’den bazı alıntılar yaparak vurgular.
‘’Bazılarınızın kameralarında film olmadığını görüyorum’’ der. Dijital
kameralara yeni yeni geçilmektedir. Dijital devrimin ayak seslerini ilk
duyanlardan biri olarak, filminde de bir çok ilki denemiş, çok zorlu ve uzun bir
sürede tamamlayarak ustalığını iyice pekiştirmiştir.
Aklı
çevreleyen, sınırlayan ve o iç kısma ismini veren yerin dışına taşmak. Bunu
isteyerek ve çılgınca bir dürtüyle yapmak. Kısaca sınırları aşmak için
–tehlikeli bir yolculuktur bu- birebir bir görsel şölen. Her anının tadını
çıkarın derim…