16 Temmuz 2017 Pazar

TUHAF GÜNLER

Güneşli bir yaz gününün kavurucu sıcağı altında, hızla ilerleyen bir yelkenlinin güvertesinde buldu kendini. Dipteki yosunların kokusunu içine çekerek neler döndüğünü anlamaya çalıştı. Yelkenlinin pruvasına kondurulmuş dümenin başında sırtı kendine dönük bir adam dışında etrafta başka hiçbir canlı olmamasına içerleyerek, ayak bastığı nemli tahtaların altındaki gürültüye dikkat kesildi. Kürek çeken forsaların tempolu ve öfkeli seslerini işitti. Dayanamadı; yere yatarak sol kulağını verniklenmiş kaygan zemine dayadı. Forsalardan oluşan koronun güçlü sesinin ardında tüm çocukluğu boyunca duyduğu sesleri cılız da olsa duymayı başardı. Bütün vücuduna yayılan yüzeydeki nemin verdiği serinlik hoşuna gitti. Yattığı yerden yelkenli ve diğer her şey daha tuhaf gözüktü gözüne. Her şeyin bu kadar çabuk ve kuru kuruya oluşuna sinirlendi doğrulurken. Anlamadığı bir dilde mırıldanan yüzünü göremediği gizemli adama daha da yaklaştı. İçinde ona karşı bir acıma duygusu nefrete dönüşüp birden, aynı hızla mavi gökyüzüne doğru yükselerek gözden kayboldu. Arkasından görebildiği kadarıyla bu sıcakta bordo renkli ve süslemeli bir redingot giyen bu adam, giysisini tamamlayan tokalı ve topuklu rugan ayakkabılarıyla yüzyıllar öncesinden fırlamış gelmiş de olabilirdi. “Babam olabilir mi?” diye korkuyla fısıldayarak adama biraz daha yaklaştı. Sinsi ve kurnaz birisi olduğunu düşündü nedense. Yaklaştıkça dipten gelen gürültünün daha da şiddetlendiğini fark ederek heyecanlandı. Kolunu uzatsa omzuna dokunacak kadar yakındı şimdi. Adam sanki yanında durmakta olan birine, yanında kimse olmadığı halde anlamadığı bir dilde hararetle bir şeyler anlatıyordu. “Acaba bana mı anlatıyor?” diye düşünüp önüne geçmeye çalışınca, adamın geniş sırtı tüm yeryüzünü yansıtan bir ayna gibi birden ona doğru döndü. Ne kadar önüne geçip yüzünü görmek istese de bunu bir türlü başaramadı. Denizi ve ilerdeki kara parçasını neden şimdiye dek fark etmediğine hayıflanarak, adamın önüne geçmeye çalışmaktan vazgeçti. Yelkenli karaya yanaşabileceği kadar yaklaştığında denize atlaması ve yüzerek karaya varması gerektiğini anladı. Önemsenmediği bir yerde durmaktansa gitmenin daha akıllıca olduğunu düşünerek suya atladı.

 Mutfak masasına oturmuş, pişmekte olan kurabiyelerin, çöreklerin kokusunu içine çekiyor, bir taraftan da içli bir türkü tutturup neşeyle çalışmakta olan annesini seyrediyordu şimdi. Buraya nasıl geldiğini önemsemedi; hatırlamadı da. Yanmakta olan sobanın, yağmakta olan karın güzelliğini kendi sıcaklığına katarak verdiği huzuru, gelecekte yaşlanıp bir köşeye çekildiğinde belki de acıyla hatırlayacaktı. Saçlarının ıslaklığını umursamadan, nasıl olsa kuruyacaktır diye düşündü. Gürültülü bir kar yağıyordu sanki. Yoksa bu hemen yanındaki ocakta kaynamakta olan çayın fokurtusu muydu? Karanfilli çayın ve pişmekte olan çöreklerin, böreklerin kokusu birbirine karışıyor, ahşap mutfak dolaplarını, dolapların açık yeşil tonlarıyla uyumlu perdeleri, kadının üstündeki önlüğü, yerdeki kilimi, masanın üstündeki tuzluk, şekerlik ve kahvaltılığı, tezgâhın üstündeki kavanozları, baharatları, bardakları, mutfakta o an ne varsa her şeyi büyülü bir duman gibi sararak, kendine bu anın özel, önemli ve unutulmaması gerektiğini hissettiriyordu. Yüzünü pencereye, görebildiği kadarıyla beyaz manzaraya çevirdi. Bu korunaklı sıcak oda, annesinin varlığı, mutluluk, huzur, dışarısı ile de uyum içinde miydi? Bütün bunları düşünen kendisi, varlığı, odada kapladığı hacim. Buraya mı aitti gerçekten? Düşündükçe burası, bu huzur ve mutluluk kaynağı, kokusuyla, tadıyla, etrafa yaydığı tatlılıkla birbirine karışmış kedi mırıltılarını andıran sesleriyle ve buraya hiçbir şey olmayacakmış hissinin midesini bulandırdığı yumuşak, sıcak renklerden oluşan görüntüsüyle içinden çıkılması, kaçılıp kurtulunması gereken bir yere mi dönüşüyordu yavaş yavaş?

Duvarların sertliğini önemsemeden, yaşlı ve unutkan birinin boş vermişliğiyle gülümsedi. Bütün bunları düşünen birinin huzurla bu masada oturamayacağını bilmenin huzursuzluğuyla kıpırdandı. 12 yaşında olmasına rağmen bütün bunları nasıl düşündüğüne şaşırdı. 12 yaşında mıydı, günlerden neydi, saat kaçtı, hala sırtı kendine dönük uzun, içli türküsünü söylemeyi sürdüren bu kadın annesi miydi? Yüzünü dönmediği sürece başka biri de, herhangi bir şey de olabilirdi. Bu kadın sonsuza dek bu şekilde dursa, kendi de yaşlanıp son nefesini verene dek bu masada heyecan dolu bir şüphe ile otursa ve o öldükten sonra kaldırılıp yerine yine bir ömür boyu aynı şüpheyi mutlulukla yaşayacak, bunu annesinin erken ölümüne tercih edecek bir başkası otursa ve o da ölünce yine bir başkası… Yüzünü dönmediği, kımıldamadığı sürece gerçek olması bile gerekmezdi. İnsan isterse, bu duygu ile yaşayabilecek ise, bir vitrin mankeni bile bu işi görebilirdi. Usulca masadan kalktı. Annesinin dikkatini dağıtarak kendine doğru dönmesini, kendini görmesini istemiyordu. Annesi olmamasına dayanamazdı. Belki annesi de, kafasında hayal ettiği gerçek bir oğul, kendi tasarladığı bir oğulla karşılaşmayacak, gördüğünün kendi oğlu olması onu hayal kırıklığına uğratacaktı.

Pencereye doğru yürüyüp, dışarıdaki beyaz manzarayı, kartopu oynayan, kardanadam yapan çocukları, karşı apartmanların pencerelerinde kendi gibi dışarıyı seyreden ve belki de kendi gibi aynı şekilde manzaranın tadını çıkaran insanları seyre koyuldu. Çocuklar eskiçağ tanrılarının heykellerinin arkasına saklanarak kartoplarından korunuyorlardı. Heykellerden birinin önündeki sunakta, başının altında kaz tüyü yastık çok yaşlı bir kadın uyuyordu. Kurban edilmeyi bekleyip umut ederek taş sunakta yaşlanmıştı belki de. Yüzü görünmüyordu ve halinden memnun biri gibi uyuyordu. Bunu nasıl anlayabildiğine şaşırmayarak bakınmaya devam etti. Başkaları da aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri mi düşünüyorlardı? Gerektiğinde terini alacak olan beyaz ketenden boyunbağıyla şu çarpık ağızlı kardan adamın kafasının şeklinin bozukluğunu, burun görevi gören havucun yenmiş kısmının hangi çocuğun midesine gittiğini, burnu akmış kırmızı bereli kızın yüzündeki sevinci, direğin dibindeki kediler tarafından parçalanmış çöp poşetlerinin üstüne yağan karın, onlara sanatsal bir hava kattığını sadece kendi görüyor, bunun kendi adına bir ayrıcalık olduğunu düşünüp keyifle gururlanıyordu o an.

 Biraz sonra hava kararacak herkes evlerine çekilecekti. Bütün o neşeli, meraklı yüzler odaların içlerine, televizyonlara, ekranlara gömüleceklerdi. Gecikmiş bir ölümü beklediklerini fark etmeyerek, kenarları uyuşukluğa batırılmış kahredici bir sabırla yaşlanacaklardı. Herkes gittikten sonra kardan adamla kendisi kalacak, birbirlerine bakmayı sürdüreceklerdi. Hangisi önce vazgeçecekti? Bakmaktan vazgeçenin kardan adam olmasını başarana dek, pencerenin önünde durmayı sürdürebilirdi. Ama buna gerek kalmayacaktı. Birdenbire yumuşacık bir “poff” sesiyle kardan adamın kafası dağılıp paramparça oldu. Şaşkınlık, hayal kırıklığı ve tuhaf bir sevinçle karşı binalara bakındı. Herkes korkuyla odalarının içlerine, en karanlık ve güvenli köşelerine kaçışmıştı. Karşı pencerelerden birinde atletli ihtiyar bir adam kahkahalar atıyor, yaşlı ve yorgun gövdesi oynadıkça elindeki dürbünlü tüfek, oyuncak bir silah gibi sevimli görünüyordu. İhtiyar adamı fark edip, atletindeki yemek lekelerini bu kadar uzaktan en ince ayrıntısına kadar görebilmesine şaşırdı. Yemek lekelerine bakıp, onları bir ressamın soyut resimlerinden anlamlar çıkaran bir sanatsever gibi incelerken, ihtiyar adamın tüfeğin dürbününden kendine baktığını sezemedi. Bir mermi vınladı kulağının yanından. Korkuyla eğilip arkasını döndüğünde, kadının sırtüstü yattığını gördü. Annesi miydi? Şimdi de o olmamasını ümit ederek, bu gergin bekleyişin vereceği tuhaf bir mutlulukla ve peşi sıra geleceğinden emin olduğu bir çılgınlık haliyle ölene dek bu şekilde bekleyebileceğini hissetti. Yerde yatanın annesi olmasındansa bu korkunç duygularla ömür boyu cebelleşebilirdi. Annesinin varlığı, hala hayatta oluşu, bu mutfakta bir ömür boyu telaş ve mutlulukla koşuşturması ve bundan küçük bir kız çocuğu gibi keyif alması için kendini hiç düşünmeden feda etmeye hazırdı.

 Kadına doğru iki adım attı. Tezgahın üstünde duran, fırından yeni çıkmış çöreklerin dayanılmaz kokusunu içine çekti. Annesi tepsiyi fırından çıkartırken vurulmuş olmalıydı. Çörekleri dökmemek için tezgaha son bir hamle yapmış ve düşmüştü. Nadir çöreklerden bir tanesine isteksizce, işaret parmağı ile bastırdı. Sıcacık ve yumuşacıktı. Ne güzel kokuyordu. Çöreğin gövdesine iyice giren işaret parmağını usulca doğrultup havaya doğru kaldırdı. Çörekle birlikte havalanan elini, tüm isteksizliğine ve yerde yatan kadının annesi olması durumunda yaşayacağı acıya rağmen, ağzına doğru götürdü. Bütün yoğun düşüncelerini bir tarafa bırakıp çöreği ısırdı. Bir daha ve son bir ısırık ile çöreği çiğnerken demlenmiş olan çaya gözü kaydı. Ama bu kadarı da fazlaydı. Bir çörek daha alıp ağzına atacakken, gözleri yerde yüzükoyun yatan kadının saçlarına takıldı. Annesinin saçlarının rengi tam olarak böyle miydi? Emin değildi. Bildiği şeylerin hiçbiri kesin değildi. Ömrü boyunca gördüğü, öğrendiği, yaşadığı her şeyi etraflarında bir bolluk bırakarak, esneme payıyla kaydetmişti. Şimdi bu bolluk, bellekteki gevşeklik, her bir bilgiyi kesinliği elinden alınmış olarak ortada bırakıyordu. Elindeki çöreği, teslim olmaya hazır bir suçlunun, elindeki silahı korku ve pişmanlık ile usulca bıraktığı gibi tabağa geri koydu.

Kadının üzerine doğru eğildi. Sağ omzunu kavradı. Ne kadar da kuru ve soğuktu. Biraz daha sıksa elinde dağılıp kalacak olan, annesinin pek sevdiği galetalar gibi. Galeta yiye yiye süper kahramanlar ailesine ‘Galeta Kadın’ olarak katılmış olabilir miydi? Annesinin yüzünü hatırlamaya çalıştı. Eskiden etrafına neşe saçan, sağlıklı, mutlu kadın, günden güne erimiş iyice kötüleşmişti. Nadir, annesinin bu son halinin gerçek kişiliği olduğunu çabucak kavramış, önceki hallerinin, o neşenin, mutluluğunun doruk noktasına vardığında, birden yüzünde oluşan kederin ve durgunluğun tuhaflığını şimdi çözmüştü. Ne kadar mutsuz görünse de, bu halinin annesine daha çok yakıştığını düşünüyor, onu böyle daha çok seviyordu. Bu suskun, kederli ve zayıf kadın, kendisine, etrafına, evindeki mobilyalara baktığında artık daha çok şey görüyor ve gelecekte başlarına neler geleceğini kestirebiliyor gibi bakıyordu. Şu anda yerde yatarken bile annesinin kendini görebildiğini düşündü. Çöreği yediği için daha da utandı. Odada o an biri olsaydı durumu açıklamak adına, ‘annesi olmadığından emin olma halini’ güçlendirmesi için çöreği yediğini söyleyemez, bu aklına gelmezdi ama bunu bildiğini bilmeyerek, kendince haklı olduğunu sadece sessizce duruşuyla gösterebilirdi. Şimdi onu çevirecek ve annesi olmadığı için kendini çok daha iyi hissedecekti.