23 Mart 2017 Perşembe

LAZARUS'UN DRAMI

Postmodern aynalı gökdelenler yapmak adına, çoktan boşaltılıp biz sefillere yuva olmuş yıkık, tarihi binaları yıkmaya karar verdiklerinde evimden kaçışımın 3. yılını kutluyorduk arkadaşlarla. Mumlara üflüyordum ki 2 de  kremaya bulaşmış böcek çıkmıştı pastanın içinden, pastadan çıkan dansöz tadında bir şirinlik olmuştu. Soğuk, nemli ve yosun tutmuş duvarlarına dayanıp sigaramızı tüttürdüğümüz, hayallerimizi paylaştığımız o kış gecelerinden birinde, belden aşağısı olmayan artık işsiz 2 haber spikeri gözüktü kapısız odamızın kenarında. Eştiler, Falcon Medya Center onları ve daha yüzlercesini kapının önüne koymuştu.
   ''Biz aslında'' dediler, ''hepimiz yarım bedenli insanlardık, ucuza gelsin diye içimizden iyi görünümlü ve diksiyonu iyi olanları seçerler spiker yaparlar.'' Ağlıyorlardı, evden kaçmazdan evvel yüzlerce haberleri ağızlarından dinlediğim bu çift (Zafer Vişne - Melahat Vişne) bana o zamanlardan beri biraz hüzünlü gelen halleri vardı. Son olaylardan sonra dayanamamışlar patrona celallenmişler, son okudukları haberin arasına da kendi talihsiz durumlarını katarak süper final yapmışlardı.
   Melahat ablam aç gözüküyordu. Ağırdan yudumladığım ısınmış kırmızı şarabımı uzattım. Elleri titreyerek uzandı, günlerdir açtılar. Pastamın yarısını ikisi yedi. ''Yeme-içme ve ısınma ihtiyaçları karşılandığına göre kültürel açlığınızı da bastırmalısınız'' dedim, J.L.Borges'in 'Kum Kitabı'nı uzattım canım ablama. İki damla yaş süzüldü gözlerinden inceden, bize belli etmeden. Zafer ebim gözlerimin taa derinlerine sıcacık baktı, ellerimi sıktı. ''Slayer var, 90 öncesi öz Metallica var, Exodus, Candlemass, Amorphis, Anathema var, olmadı Moby, R.E.M, Depeche Mode, Radiohead, Doors var. Ne dinlersin abi'' dedim usulca, kırık kalbininin acısını unutması adına. ''Koy bir Amorphis, kendimize gelelim'' dedi, dünyalar benim oldu.

   Sabah biz işe çıkmak için erkenden kalktığımızda, iki yarım beden tek beden olmuş mışıl mışıl uyuyorlardı. Kıyamadık uyandırmaya. Sessizce hazırladık kahvaltılarını çıktık. (devam...)



Günümüz yorucu geçmişti. Açıkçası hasılat iyiydi bu yoruculuğa karşılık. Ferda Anıl sakat numarasını güzel yedirmişti. Ali Atıf kendini lüks bir otomobilin önüne usulca atarken içerde bir fıstığın olmasından yanaydı. Mehmet Ali abonman vs. satışından mutlu görünüyordu.
      Yıkık, soğuk binamıza yaklaştığımızda bakmamız gereken iki can daha olduğunu anımsayıp fısıldadım arkadaşlara: ''Masaya 2 tabak daha koy, Elizabeth.'' Gülüştük ve bir kez daha anladık ki hayat hala bizim için ilginç sürprizler barındırıyor olabilirdi.
     Odamıza neşeyle girdiğimizde karşılaştığımız manzara iyi değildi. Zafer abim ve Melahat ablam birbirlerine sımsıkı sarılmışlar ağlıyorlardı. Yaklaşarak acıyla sordum: ''Yoksa biz yokken..?''
     ''Evet,'' dedi Zafer abim, ''bir grup serseri gelip bizi kollarımızdan tutup aşağı sarkıttılar...'' Merakla cümlesini tamamlamasını bekliyor, acımayla karışık bir nefret duygusunun içimde usulca filizlendiğini hissediyordum bu iki yeni misafirimize karşı. ''Ve zorla Fenerbahçe Marşını okuttular.''
     Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. ''Biz ki,'' dedi Zafer, ''koyu bir cimbomluyuz.'' Sinirlenmiştim. ''Bu gün başka bir gün ve biz bugün başka birileriyiz!'' diye öfkeyle fısıldadım biraz bu çirkin çifte, biraz da arkadaşlarıma bakarak.
    Çirkin bir kahkaha attı Ferda Anıl ve canım Melahat ablamı kucaklayarak, odanın içinde dönmeye başladı. Zafer abim cançekişiyormuşçasına titredi bir ve atıldı ortaya doğru. Ferda Anıl ustaca bir hamleyle Melahat ablamı, canımın içini Ali Atıf'a doğru attı. Zafer abi çabasının sonuçsuz kalacağını bile bile kendini parçalıyor, çok sevdiği eşini bırakmamız için yalvarıyordu. ''Bir şeyi beceremeyeceğini bile bile bu acı verici çabayı güdüleyen kaynağa gıpta edip haykırdım: ''Bunun adı Otomatik Portakal, bildin mi Zaferim? Seyrettin mi Zaferim? Kubrick amcana bir selam çaktın mı Zaferim?''
    İkisini de iyice bir hırpaladıktan sonra saflığını betimleyen bir ses tonuyla kahkahayı basarken açığa verdi olayımızı Mehmet Ali: ''1 Nisan şakası yaptık size abi''
    İkisi de yorgunluk ve beklenmedik acıdan kendilerinden geçmişlerdi. Bizi bir süre daha duyamazlardı. Uzun bir şiir dinletisine hazırlanmak için köşelerimize çekilip tefekküre daldık.  (devam...)




11 gibi uyandık. Gördüklerimize de inanamadık. Zafer abim ve Melahat ablam saatler önce kalkmışlar, bu izbe yeri bir güzel temizlemişler, bir de mükellef bir kahvaltı hazırlamamışlar mı? Hazırlamışlar.

   Gözlerimiz yaşarmıştı. ‘’Ama biz size akşam çok kötü davrandık’’ deyiverdi Ferda Anıl, utancından yere bakabilirken sadece. Zafer abim gülümsedi. ‘’Kubrick’i biliriz, A Clockwork Orange’ı da biliriz biz; bizim bilmediğimiz 5 vakit namaz Muammercim.’’
   Böylece ismimi de açık etmiş oldu Zafer abim. Mükemmel bir lunch tadında geçti yemeğimiz. Espriler havada uçuştu. Bir yanımızda çay, bir yanımızda kristal bardaklarda portakal suyu. ‘’Bıçak sol ile, çatal sağ gençler’’ Melahat ablam bu nefis esprisi ile Pazar günümüzü daha bir şenlendirdi.
   Yemeklerimizin üstüne bir keyif çayı, bir de kalitelisinden sigaralarımızı yaktık. Güneşin cömertçe ısıttığı şehrin kalabalığına karışmak için can atmaya başladık. ‘’Çiftliğe gidelim’’ dedim gülerek, ‘’at binmeye, şişe sosisi takıp ateşte kızartırken, memleket meselelerini, işçilere ödediğimiz yüksek maaşların nasıl belimizi büktüğünü, şu sosisi bile ağız tadıyla yiyemediğimizi konuşalım.’’
   Ben ve Mehmet Ali Melahat ablamın kollarından, Ferda Anıl ve Ali Atıf da Zafer ağabeymin kollarından tutmuş bir şekilde yola koyulduk. Arada bir onları havada çeviriyor, bu mutluluğumuz hiç bozulmasın istiyorduk ki, bir süpermarket çıktı karşımıza. Çok tedirgin olmuştuk. Burası onların kaleleri, en mutlu oldukları yerlerden biriydi. ‘’Girelim’’ dedim, ‘’korkularımızın üstüne gitmeliyiz.’’
İçeri girdik. Kasaların oraya kadar hafif titreyerek yürüdük. Sepeti tıka basa doldurmuş bir çirkin çift ve tombul oğulları iştahla aldıklarını boşaltıyorlar, kasiyer kızı süzüyorlardı. O  an da küçük yumurcak çekiştiriverdi annesini: ‘’Anne beni ne kadar seviyorsunuz?’’ ‘’Değerin kadar oğlum.’’ Soru kadını hiç şaşırtmamıştı. Atıldı tekrar yumurcak: ‘’Peki benim değerim nedir?’’ Şahin bakışlı baba bir çırpıda çocuğun pantolonunu ve donunu indiriverip, kıçını bezgin kasiyer kıza doğru çevirdi.
   O an gördüğümüze inanamadık. Yumurcağın kıç çatalının üstünde bir barkod vardı. Ve kasiyer kız barkodu okuyunca tıka basa dolu sepetin fiyatının altında bir rakam çıkıverdi. Yumurcak ‘’yaşasın!’’ diye haykırdı. Belli ki değerini önemsemişti.
   Koşarak kaçtık, korkumuzu bu şekilde yenmemize imkan yoktu. Zafer abim bizden biri olduğunu ispatlayan sözleriyle olayımızı tamamladı: ‘’Alem döt olmuş.’’
   Parka doğru korkumuzu atmış şekilde yürürken, Melahat ablam müjdeli haberi verdi: ‘’Biz de çalışmak istiyoruz çocuklar, size bu şekilde yük olamayız. Bizi sabahları işlek bir yerlere bırakın akşam hasılat ile beraber alın. Ama bizi birbirimizden uzak yerlere bırakın ki hasılat artsın. İkisinin de gözleri dolmuştu. Şimdiye kadar hemen hemen hiç ayrılmamışlardı. Biz de duygulandık. Bunun adı aşk idi.
  
                                                              S  O  N





   Rüzgarın titrettiği bir çam ağacının dalları arasından bir ana okulunun belli belirsiz adını okumaya çalıştı. 5 yaşlarında bir çocuk ana okulunun yola bakan kapalı pencerelerinden birinin perdesini aralamış dışarıyı seyrediyordu. Çocuğun yüzünde kendisininkine benzer bir mutsuzluk ifadesi gördü. Belki annesini özlüyor, gelmesini bekliyordu. Kendisi de onun yanında olup, aynı onun gibi elleri çenesindeyken annesini beklemeyi ve özlemeyi düşledi. Onun kadar saf ve günahsız olmayı istedi. Ama bunun imkansız olduğunu bilmek ve değiştirilemeyecek gerçekler, ruhundaki kötü tarafı ortaya çıkartıp yüreğini bir kez daha kararttı. Aynı pencereden bu küçük çocuğun cinayetleri üstlenip kendini temize çıkarmasını zevkle seyrederken, annesi içerdeki odalardan birinden elinde bir tabak sıcak ay çöreği ve sütle geliyor, başını şefkatle okşuyordu.
    Küçük çocukla göz göze geldiğinde, gerçekleri değiştirmeye gücü yetmeyen bir mavi sigara dumanı gibi dağıldı aklından geçenler.  Aklından geçenleri sezmişçesine bakan çocuktan utandı. Bir kadının küçük çocuğu koltuk altlarından tutup kaldırmasıyla, bacakları olmadığını görünce utancı daha da arttı.



Pink Floyd'da Syd Barrett etkileri

1975 yılında Pink Floyd, Wish You Were Here albümünü kaydederken Shine On You Crazy Diamond (ki baş harfleri SYD olmaktadır) ve Wish You Were Here şarkılarını Syd Barrett için bestelemişlerdir. Shine On..'un kayıtlarında Syd, kaşları dahil vücudundaki bütün kılları kesmiş ve kilo almış bir halde stüdyoya gelip gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sormuştur. Onu gören grup üyeleri ise ağlamışlardır. David Gilmour o kişinin hala Syd olduğuna inanmak istemese de Roger Waters onun Syd olduğundan emindir. Ona yazdıkları Wish You Were Here'i ona çaldıklarında ise Syd Barrett şarkıyı çok eski moda bulmuştur. Oradan ayrılan Syd Barrett ile grup üyeleri bir daha hiç buluşmamışlardır. Grup ayrıca Dark Side Of The Moon albümündeki deliliği anlatan Brain Damage şarkısını Syd'den esinlenerek yazmış ve Roger Waters, 1982 tarihli Pink Floyd: The Wall filminin baş kahramı Pink'i yaratırken eski arkadaşı Syd'i düşünerek yaratmıştır.





‘Kafadan sakat olma halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde, KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’ dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler beklermiş.




Kasap acıdı kuzuya. Oysa kesikti kafası ve yenmeye hazırdı.
‘’Bunu yapanı bulup kellesini almalıyım’’ diye düşündü.



Tufan anısı yatışır yatışmaz, Bir tavşan, evliya otları, kıpır kıpır
çan çiçekleri içinde durdu, gökkuşağına yakardı örümceğin ağları
arasından.



Dükkanını çırağa ve kedilerine emanet edip yola çıktı.
Bunu yapanı bulacak ve burnundan getirecekti.



O güzelim taşlar, saklanan - bakıp duran çiçekleri daha
şimdiden. Pis ana sokakta kasap tezgâhları kuruldu; bakır
oymaları gibi yukarıya kat kat yığılmış denize çektiler kayıkları.



Buldu da adamı, burun deliklerini genişletmekle meşguldü.
‘‘Seni bekliyordum’’ diye fısıldadı, tuhaf bir umursamazlıkla
ve ekledi: ‘‘Ama hikayemi dinle bir.’’



Kan aktı. Mavi Sakal'ın orda, - Tanrının mührüyle camları
sararttığı cambazhanelerde, mezbahalarda, Süt ve kan aktılar.
Kunduzlar yuva kurdu hep. "Fincanlar" tüttü kahvehanelerde.
Daha suları damlayan büyük cam evde eşsiz görüntülere baktı
yaslı çocuklar.



‘‘Bu kuzular aslında vahşi insandılar bir zamanlar ve bir
 peygamberi katlettiler. Pişmanlıkları yüreklerini pamuk gibi etti.
Katlettikleri kişinin de aslında bir hain ve katil olduğunu bilmeden
hem de. Kuzulara dönüştü her biri…’’



Bir kapı çarptı; köy alanında çocuk savurdu kollarını şakır şakır
sağanak altında, - fırıldaklar ve çan kuleleri tepesinde bütün yel
horozları oyunu anladılar. Bayan Alpler’e bir piyano yerleştirdi.
Ayin ve ilk "bağlaşım"lar yüz binlerce sunağında kutlandı katedral'in.



‘‘…Ve öğrendiler katlettiklerinin aslında peygamber olmadığını;
yapılması gerekeni yaptıklarını. Tövbelerini bozdular ama kuzu
olarak kaldılar. Her biri, gırtlağı kesildiği an acılarının da sona
ereceğini bildi ve bunu diledi. Ben bu dilekleri yerine getiririm.’’



Kervanlar yola düzüldü. Allak bullak olmuş kutup gecesiyle buzlar
içinde kuruldu Splandid- Otel. O günden beri, keki çöllerinde cıvıldaşan
çakalları işitti ay - ve tahta kunduralı çoban şiirlerini, meyve bahçelerinde
gıcırdayan. Sonra tomurcuklanmış mor ulu ormanda Eucharis baharın
geldiğini söyledi bana.



Kasap kapandı dizlerine adamın ve büyük bir tövbeye girişti.
Tövbenin derinliği ve uzunluğu bedenini titretti. Dayanamaz oldu
ve hızla dönüştü kuzuya. Adam onu hiç kesmedi uzun zaman boyunca.



Fışkır ey göl; köpük, köprülerden ak, ormanlar üzerinden aş; -karaçuhalar,
erganunlar, şimşekler, gök gürültüleri, yükselin, yürüyün; -sular ve hüzünler,
yükselin, getirin tufanları yeniden. Çünkü onlar dağılan bir can sıkıntısı ki…
-Ah güzelim taşlar, gömülen; o açılmış çiçekler! - Ve Ece, gömleği içinde
 korları ateşleyen Büyücü Kadın bildiğini hiçbir zaman anlatmak istemeyecek
bize.



(yeşiller A.Rimbaud’nun ‘Tufandan Sonra’ şiirinden.)





Toz kalktı önce, gökyüzüne inerken iki melek. Peşi sıra yağmur tozu çamura çevirdi. İki ıslak melek hayat tozu serptiler çamurun üstüne. Şekillendi çamur kendi kendine. Darwin uzaktan bakıyordu bu olağanüstü sahneye. Ovuşturdu gözlerini. Bir daha baktı. Bir daha, bir daha, bir daha. Baktıkça, hafzalası peryodik olarak deforme olmaktaydı. Secde etti ve uyudu öylece. Uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Çamurdan ete dönüşen insan okşadı kafasını Darwin’in. Öptü ellerini insanın, Darwin. Ve eserini yazmaya koyuldu. Az önce olanları tamamen unutmuş bir halde. Hepimizin bir şeyleri unuttuğu, bir şeyleri bozduğu, bir şeyleri feda ettiği, insanı/insanlığı tuhaf bir şekilde yeniden kurguladığı gibi.





Teorema (1968) Yön: P.P.Pasolini
Birdenbire ev halkının hayatlarına girer. Nereden geldiği önemli değildir. Annenin, babanın, oğlun, kızın ve hizmetçinin hayatlarını değiştirir ve gider. Gidişi anlamı tamamlar. Dönmesi yersizdir artık. Dönmeye teşebbüs etmek, ev halkı üzerinde bıraktığı etkiyi sıfırlamak anlamına gelir. Bir yapı bozucu olarak, elle tutulur gerçeğin dünyasında yeniden belirme ve eve geri dönme ihtimali onu ‘düşman’ yapar ev halkının gözünde. Hiç dönmeyecek olmasına rağmen hem de. Gerçekleşmemiş olanın, potansiyel olarak tehdit unsuru olması, ‘gidenin’ yapı bozucu olma eylemini elle tutulur dünyaya, gerçeğe taşır. Kader, ‘evrenin programını’ canlı bir varlıkmışçasına ölümüne korur.


  ''Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orada her şeyi satabilirsiniz; çünkü çölde her şey mucize etkisi yapar.'' P.P.Pasolini
 

Delinin biri, elinde ustura matbaaya dalar. O an basılmakta olan kitabın, basılmakta olan sayfalarında kendinden bahsedilmektedir. Baskıyı okuyan bir işçiye arkadan sessizce yaklaşır ve gırtlağını keser. İşçi tam da başına gelecekleri okumaktadır o an. Gırtlağı kesildiği an, ‘’…deli arkadan yaklaşır ve işçinin gırtlağını keser…’’ cümlesini okumaktadır. Ve o an ölüm acısını bastırır, baskıda yazanla ilgili merakı. Gırtlağından fışkıran kan kıpkızıl etmiştir baskıyı, okunmamaktadır. Eliyle gırtlağına basıp yan baskıya yürür zorlukla. Kaderini öğrenme dürtüsü ayakta tutar kendini. ‘’…arkasına döner ve deliyle göz göze gelir…’’ kısmını okuyunca arkaya dönüp dönmemekte tereddüt eder. Sonraki satırlarda ‘tereddüt eder’ kısmı yazdığını düşünür. ‘Birazdan yere yığılır ve ölür’ tarzı bir şeyler de peşi sıra gelecektir kendince. Okumayı bırakır ve kaderine isyan eder. Delinin elinden usturayı kapar ve sıkı bir hamleyle delinin ömrünü sonlandırır. Ambulans içeri kadar girmiştir. Kitaptaki son satırlarda ‘’yerde uzun süre can çekişip öldüğü’’ yazmaktadır.





Apocalypse Now  -Redux- (1979)  Yön: F.F. COPPOLA 

‘’Sabahları Napalm kokusuna bayılıyorum.’’
Robert Duvall (Lt. Colonel Bill Kilgore)

Apocalypse Now, yine, yeni, yeniden. Bitmeyen azap. 4 metrekarelik odanda, tavandaki pervaneyi seyrederken yuvanı özlemek. Yuvandayken de buraları, savaşı, öldürmeyi. Kana, kaosa, dumana ve napalma bulanmış bir yeryüzü toprağında, senden olmayanlardan çıkarma, varoluşun derinliklerinden doğan acının histerisini. Anlamsızca bir intikam duygusunun seni de sarıp, seni de tamamen anlamsızlaştırması ve buruşturup bir kenara atması. Atıldığımız bu yerlerin konforu bizi kesmez olur ve özleriz bir kez daha bu zayıf insanların topraklarını ve onları öldürmeyi. Bu duruma asker iken isyan eden bir albayın avlanmasına sıra gelmiştir.

Coppola 150 dakikalık orijinal versiyonuna 50 dakika daha ekleyerek 200 dakikaya çıkarmış ve ‘’adına ‘Redux’ diyeler’’ demiş. Kasasında 5 buçuk saatlik (330 dakika) bir kurgusu daha var. Bakalım o da gün yüzüne çıkacak mı? Bu 50 dakika içinde, orijinal filmde hiç gözükmeyen Fransız kolonisinin uzun bir sekansı mevcut. Ayrıca bazı taşmalardan da bahsedilebilir. Yani eklenmeseydi de film değerinden bir şey yitirmezdi denilebilir.

Uyarlandığı romanın konusu Nijer’de geçerken –o bölgede bütün kaynakları sömüren bir şirkete gönderilen adamımız isyan eder ve kontrolü ele geçirir ve onu durdurmak için de biri gönderilir- Coppola konuyu Vietnam’a uyarlamıştır. Sıkı bir Nietzsche hayranı olan Coppola, filmine bir çok alt metin yedirerek, Nietzsche tarzı kafayı yemiş 4-5 adamı başrole oturtmuştur. Helikopterlerin saldırısı esnasında, Nietzsche’nin yakın arkadaşı Wagner’den ‘Tannhauser’i çaldırması manidardır.

Görünürde bir savaş filmi gibidir. Aynı zaman da bir yol filmidir de. Uğranılan her yer o tuhaf çılgınlıktan nasibini almıştır. Sanki herkes savaşın yaydığı kutsal bir trans halindedir. Emir-komuta zinciri kırılmıştır. Uğranılan bazı yerlerde komutanın kimde olduğu belli değildir. Albayı (M.Brando) yakalamakla görevlendirilen yüzbaşı Willard, (M.Sheen) yol boyunca albayın dosyasını okurken, bazı şeylerin yazıldığı/görüldüğü gibi olmadığının farkına varır.

Filmin Cannes’daki gösterimi öncesi basın mensuplarının karşısına geçen Coppola artık her şeyin değiştiğini Nietzsche’den bazı alıntılar yaparak vurgular. ‘’Bazılarınızın kameralarında film olmadığını görüyorum’’ der. Dijital kameralara yeni yeni geçilmektedir. Dijital devrimin ayak seslerini ilk duyanlardan biri olarak, filminde de bir çok ilki denemiş, çok zorlu ve uzun bir sürede tamamlayarak ustalığını iyice pekiştirmiştir.

Aklı çevreleyen, sınırlayan ve o iç kısma ismini veren yerin dışına taşmak. Bunu isteyerek ve çılgınca bir dürtüyle yapmak. Kısaca sınırları aşmak için –tehlikeli bir yolculuktur bu- birebir bir görsel şölen. Her anının tadını çıkarın derim…


22 Mart 2017 Çarşamba

GELECEK UZUN SÜRER

Bir liseli esmer kız,
Gözleri fıldır fıldır.



Keki hiç sevmem. Ama 3 gündür açtım. Vahşi bir hayvan gibi atıldım, çocuğun elindeki minik kek ambalajına. Yemiş hâlbuki velet, ambalajı elinde oynuyormuş. O sinirle ambalajı mideye indirdim. Çocuğun anası şaşkınlık ve korku ile karışık –sadullah yapışık- bakmaktaydı. Kendimi nasıl affettirebilirdim bilmiyordum. Candlemass’dan ‘At The Gallows And’i mırıldanmaya başladım. ‘’Bu parça size geliyor’’ dedim, ‘’Malatya’daki sevdiklerinizden.’’ Gülümsedi kadın, korkusu geçmişti. ‘’Ben Malatyalı değilim ki’’ dedi. Sesinde derinden gelen bir cilve sezdim. Sezgilerim o kadar güçlüydü ki, varlığımı evrene eklemlendirmeye çalışan dört bir koldan saldıran materyalistlere rahatlıkla karşı koyabiliyordu. ‘’Niğdeliyim ben.’’ Kadının cevabıyla dumanlı düşüncelerden sıyrılıp, yüzümde bütün sevgi pınarı ferahlığıyla kadına baktım. Sıcak bir gülümseme yayıldı, gözlerinden başlayarak bütün vücuduna doğru. ‘’Oğlumu babasız büyüttüm. Bu yüzden içine kapanık biraz amcası.’’ Amcası mı? Hemen bir bahane bulup sıvışmam gerekiyordu. Midem gurulduyordu, jelatin sesiyle karışık –selahattin barışık-








Tabutum kamyonetin arkasında, Kazlıçeşme mezarlığına doğru yol alıyorduk. En alt tabakanın gömüldüğü yerdi. Mezarımı ziyaret etmek isteyen olursa –ki hiç sanmıyorum- çok meşakkatli bir yolculuk onları bekliyor olacaktı. Bu çileli yolculuk belki de bir nevi arınma anlamına geliyor olabilirdi. Şu an gitmekte olan bizler için ve sonraki ziyaretçiler için. Mezar kazıcılar, su dökücüler, şarlatan duacılar, irili ufaklı kemirgen beni bekliyordu. Yeryüzündeki son yolculuğum, en anlamlı ve zengin yolculuk olacaktı. Temmuz sıcağında terleyen canlılar ve kokmakta olan ben, yaşama ve canlılığa özgü o tuhaf heyecandan yoksun ilerliyorduk. Derken şoför önüne aniden fırlayan köpeği göremeyerek eziverdi. Oracıkta ölen köpeği, kamyonetin kasasına yanı başıma atarak yola devam ettiler. Benim gömülme işlemim, dualarım bitince, köpeği de ekstradan yanıma gömüverdiler. Bir köpeğim olmuştu.


Kız sert baktı bir an ve bullak olmuş suratına Muammer'in, çantasından çıkardığı spreyi sıkıverdi. Muammer acıyla çırpındı. Durağın duvarına kafa attı. Kanlar içinde yere serildiğinde bir fıssst daha yedi şer kızın spreyinden. Kendine geldiğinde cüzdanı yoktu. Şer kız cüzdanının yerine vesikalık bir resmini koyup kayıplara karışmış olmalıydı. Karşısına çıkacak ilk barmene bahşiş eşliğinde bu kızı tanıyıp tanımadığını soracaktı.


Altın günü bugün. Bütün poaçaları arayın. İçlerinden birinde bir çeyrek altın var. Şanslı kişi olmayı uman bütün orta-üst yaş kadınlarını balkondan aşağı atın, tanık bırakmayın. Altın günü bugün! Ne mutlu bu günü görene ve o çeyreği bulup bana getirene. Altını bulmadan poaçaları yemeyin, çayları içmeyin.


Uzun, lacivert bir asfalt düşlüyorum. Bir otobüsün koltuğunda uyuklayan 'eski ben'i bana getiriyor düşlediğim yoldan. Yazın son akşamüstleri, bir bozkır tepeye uzanmış, ışıkları yeni yeni yanmaya başlayan derme çatma evleri seyrediyorum. Küçük bir kız çocuğu yemeğini yeni yemiş, elinde bir bardak çay ile bana doğru geliyor. Ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra.




''Dışımda koca bir evren, içimde koca bir evren. Aralarında daracık, tahta bir köprü beynim. İki inatçı keçinin tıkadığı diğer köprü beyinlerden farkım; yıpranmış köprümün üstünde bıraktığım çılgın aklım.''



Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.''


Başka birine ait aile fotoğraflarını sahiplenip, bellekten yoksun bırakıldığından duvarları iyice incelip şeffaflaşmış bilinçaltı tüm tehlikelere açık, fotoğrafları kör kızın eline tutuşturdu. Kör kız boş yere kabarıklık arayıp parmaklarıyla fotoğrafları okşadı. ''Hangisi sensin'' diye umutsuzca sordu genç adama. ''Hepsi'' diye karşılık verdi genç adam, sahiplenmenin sahte yakıcılığını içinde hissederken.


Sinirlenmiştim. ''Bu gün başka bir gün ve biz bugün başka birileriyiz!'' diye öfkeyle fısıldadım biraz bu çirkin çifte, biraz da arkadaşlarıma bakarak.
Ağır ağır onlara doğru yürüyüp arkalarından yaklaşarak, birbirlerine, ölmüş köpeğe hakaretler savuran karıkocanın kafalarını yanlarından kavrayıp tokuşturuverdi.




Titreyen elleri alnına dayalı bıçağın ucunu oynatıyor, bu da ona tuhaf bir zevk veriyordu. Gözbebekleri gidecekleri yönü şaşırmışçasına, iki demir bilye gibi oldukları yerde titreşiyor, soluk alıp vermesi hızlanıyordu. Kollarına biraz güç verip bıçağın ucunu alnının ince derisine sokuverdi. Kıpkırmızı bir kan doğası gereği hemencecik o noktada beliriverip, aşağı doğru süzülmeye başladı. Burnunun üstünden inip üst dudağına ulaştı. Yalandı genç adam, isteksiz kanının tadına baktı. Bıçak hala battığı yerde titriyor, aşağı doğru bir çizik atmak için sabırsızlanıyordu. Kollarına verdiği gücü geri çekti. Bıçağın sapına sımsıkıya sarılmış parmakları gevşedi. Bıçak bir kurşun tüy gibi mutfak tezgahının üstüne düşüverdi. İki adım geri attı. Kan kaybediyordu ama bunu umursadığı yoktu. Mutfağın süt beyaz fayanslarına kıpkırmızı kan şıp şıp damlıyor, genç adamın beyninde atom bombaları patlıyordu. Çenesinin altına kadar süzülüp yere damlayan kana bakmak için yüzünü yere eğdiğinde, yerde bir kan gölü oluştuğunu gördü. Kan damlacıkları, yere o şekilde baktıkça; aşağı süzülmeden direk olarak gölete damlayıp, daha korkutucu bir hal aldı. Bir süre öylece bakakalıp alnından damlayan kan damlacıklarının oluşturduğu gölete, devriliverdi olduğu yere. Buzlanmış bellek ılık kanın ortasında çözülüp gevşedi iyice, gözleri kapandı.



Yürürken sırf sana benziyor diye hapşıran bir kıza ‘’çok yaşa’’ dedim.


Minyatürk’ü kana bulamak isteyen 6 cüce terörist etkisiz hale getirilmiş sevgili. Tavuk yakalar gibi yakalamışlar her birini. İçlerinden biri sarışın bombaymış. Saçlarından yakalanmak istenirken kafasındakinin peruk olduğu ortaya çıkmış. Aslında bir canlı bombaymış. Tam kendini patlatacakken tutup denize fırlatmışlar. Havada infilak etmiş sevgili. Yanmış ve düşmüş helikopterler getirdi haberini sevgili; demir kuşlar onlar. Senden bir parça daha aradım kokpitte ama nafile. İşte o an durmakta olan pervaneye kaptırdım iki parmağımı. Ve yıllar sonra bir sağlık ocağında senin ve parmaklarımın peşindeyim. Abesle iştigal etmekteyim.


Palmiyeler… Palmiyeler… Palmiyeler arasında ince bir palmiye köküne takılı kalırdı bakışlarım. Tatil pazarlayan acentenin duvarındaki bu manzaradan bahsediyorum. Bir iguana, bukalemun kırması sürünürdü kadraja girmeyen kısımda. Arkasından ben sürünürdüm. Kadraja girebilmek, duvardan süzülüp konforlu acente koltuklarından birine kurulup bir tatil yeri seçmek isterdim. O güzel manzaranın yapıştırıldığı duvarı yapan duvar ustasının gömülü olduğu kimsesizler mezarlığını bulmam kolay olmadı. O manzaraya bakılıp alınan her tatilde payı olmalıydı. Bir gece yarısı çıkardım mezarından zorlukla. Yaz sıcağının geceye kattığı serin rüzgâr mezarlığın ağaçlarının yapraklarını, bebeğini sallayan ana şefkatiyle sallıyor, o tatlı hışırtı da ninni gibi oluyordu. Her an uyuyabilirdim. Ustayı bir çuvala koyup yıldızları seyretmeye daldım. Ustanın varlığı romantizmi bir parça öldürüyordu ama katlanılır gibiydi. Gündüz 12:15’de, Temmuz sıcağında ustayı sırtlayıp acentenin yolunu tuttum. Hışımla kapıdan girip ustayı manzaranın önüne fırlattım. Yer beğenmeye çalışan iki kızı enselerinden kavrayıp zorla da olsa ustayla tanıştırdım. Sıra dışı bir tatil olacaktı onlar için. İroninin tadını kaçırmıştım.




SSK Samatya’da yatmakta/ölmekte olan halamı ziyaret etmek için trene bindim. Sorumluluk almaktan, akraba, arkadaş ziyaretlerinden hep kaçmıştım. Belki de ölmüştü. Ama istasyondan inip ilk sağ yola saptığımda, epey gittikten sonra çıkmaz sokakta olduğumu anlamıştım ve geri dönmeye üşeniyordum. Dar sokak boyunca dizilmiş eğri büğrü yoksul evlerinden birinin kapısını çaldım. Elinde kemirdiği ekmek, kirli yüzlü, belden aşağısı çıplak 5 yaşlarında bir erkek çocuğu kapıyı açtı. İçerde acıyla kıvranmakta olan yaşlı bir kadın vardı. Halama ne de çok benziyordu. ‘‘Geldin mi oğlum?’’ dedi. İlginç olan hiçbir şey yoktu. Bu tek gözlü odada hayatı katlanılır kılacak bir şey arıyordu gözlerim. İçeri gizlice sokmayı düşündüğüm kanyağı çıkarıp ufaklıktan iki tane bardak istedim. Teyze hafiften doğrulup bana dikkatle baktı. ‘‘Sen Kemalettin değilsin’’ dedi. ‘‘Sen de halam değilsin’’ diye karşılık verdim. Gelen yarı kirli yarı temiz bardakları doldurup, teyzeye seslendim: ‘‘hayata ve coşkuya’’



Kafa 1500 uyandı. Yarı uykulu mutfağa gitti. Her sabah çiğ yumurta içerdi. Yumurtayı tezgâha vurduğunda içinden çıkan beklediği şey değildi. Yumurtadan çıkan, parmak çocuktu. Hemen de adının hakkını verdi. Uykulu adamımızı bir güzel parmakladı. Şimdi tamamen uyanmıştı. Az önce olanların rüya olduğunu düşünüp bir yumurta daha kırdı.




Kıymalı yumurta yerken görüntülenen, ünlü dengeli beslenme uzmanı Ender Saraç, ‘’sadece arkadaşız, yediğim falan yok’’ dedi.



Hastane yemeklerinin hastasıyım. Hastalığımın sebebi, hastane yemeklerinin hastası olmam. İştahla yiyorum, yedikçe bu hastalığım hiç geçmiyor. Üzerimde binlerce tetkik yapılmasına rağmen hastalığımın sebebini bulamadılar. İnşallah bulamazlar. Hastasıyım hastane yemeklerinin.

15 Mart 2017 Çarşamba

CAPITOL PUNISHMENT

İnsanın kederi, saklayabildiği ölçüde değerlidir. Beden, bir koza gibi yuva olur kedere. Orada büyür, şekillenir… Ve orada beden ile birlikte çürür. Kalbin kan pompalaması çürümeye engel değildir. Keder, açığa çıkmayıp, çürüdüğü ölçüde ikinci bir şekillenme geçirir. Karla kaplı hayat zarına kapaklanıp düşmemek için, ellerinin içleriyle destek alıp durduğun sürece çürüme sekteye uğrar. Ama soğuğun verdiği sızı bedenini titretir ve sarsar. Kederini unutmuşsundur…




Yoğun yağmur dindikten sonra, bacadan içeri isli su aktığını görüyorum. Köşeli, kaba bir keder kaplıyor yüreğimi. Yağmur dindikten sonra çatıya, kullanılmayan bacanın ağzını kapamaya çıkıyorum. Soğuk, keskin rüzgâr endişelendiriyor beni. Kiremitlere ürkekçe basıp ilerliyorum. Yandaki evin geniş salonunda kocaman bir plazma, açık ve mutlu bir yuvayı muştuluyor. Bir süre seyrediyorum. Yoksulluğum acı bir tokat gibi yüzümde patlıyor ama hissetmiyorum. Dudaklarımda tarifsiz bir mutluluk belirtisi, geçici ve zehirli…



…..Uzun süre ilerilere doğru bakarak orada durdu, bu noktayı çok iyi biliyordu. Üniversitedeki derslerine giderken, daha çok evine dönerken, genellikle burada dururdu (bunu yüzlerce defa yapmış olmalıydı), tam bu noktada, bu gerçekten şahane manzaraya bakardı ve içinde uyanan belirsiz, gizemli duyguyu merak etmekten kendini alamazdı. Bu şahane manzara yüreğinde hep garip bir hüzün uyandırırdı, bu muhteşem görünüş onu boş bir umutsuzlukla doldururdu. Bu sıkıntılı ve kötücül etkilenimi hep merak etmişti, ama bu gize çözüm bulma yeteneğine güveni olmadığı için hep ilerde bir güne ertelemişti.
Suç Ve Ceza – F. DOSTOYEVSKI   Syf: 160 – 161 Oda Yayınları Mayıs 1989 Türkçesi: Güler Dikmen


***************************************************************

Gece 4 suları. Sokaklar bomboş. Yakınlarda bir çocuk parkı var. Bir kadın ve elinden tuttuğu küçük kızı parkın kapısında belirdiler. Karanlığa karışmış karaltıları görünüşlerini biraz daha korkutucu yapmakta. Salıncağa bindiriyor kızını. İkisi de hissiz gibi. Salıncak zincirinin sesi, sessizliği kör bir bıçak gibi kesiyor/kesemiyor. Artık hiç ayrılmayacaklar belli. Ama böylesi de pek anlaşılmaz biz faniler için. Olanlar olmuş, uzun hikaye. Gece/karanlık/soğuk/mutsuzluk, günün ışımasıyla gündüz/aydınlık/sıcak/mutluluğa dönüşüyor. Cehennem ile cennet arasındaki ince çizgi belirliyor tarafları. Bir kadın, yanında küçük kızı, neşe içinde parktan içeri giriyorlar…




. Ömrü boyunca hayatına bir an girip kaybolan bu kızlar, bu insanlarla ölümünden sonra karşılaşacakmış, onlarla geçirdiği kısacık anlarla istediği gibi oynayıp, o tatlı zamanı olabildiğince uzatabilecekmiş gibi bir his; beyninin kıvrımları arasından bir görünüp bir kaybolan bir sirk palyaçosunun kırmızı şortunun cebindeki kırmızı lastik topa dönüşüyor, palyaçonun cebindeki şişkinliği görmesi, orada o topun olduğunu bilmesi kendini mutlu ediyordu.

NBC : Çektiği her film anında Cannes’a karışan, çok etkili bir uyarıcı.

Bıçağın ucunu test etti. Ve hızla televizyondaki kadının böğrüne saplayıverdi. Bir daha, bir daha, bir daha. Bıçağı çekip, gerisin geri birkaç adım attı. Kan damlıyordu ucundan. Televizyondaki kadın, afallamış bir yüzle sendeleyip yere yıkıldı. Arkasındaki iki kişi, bıçaklımıza hamle edecekti ki, çekiverdi fişi. Bıçak elinden düştü. Tuhaf bir pişmanlık, titremeye dönüşüp yayıldı bedenine. Bıçağı yerden aldı. Kendi alnına ucunu değdirip biraz bekledi. Ve hızla içeri doğru ittiriverdi. Kırılmış cam sesi ve o an yanan bir elektronik devre sesi birbirine karıştı.

(anafikir, altmetin : gerçekliğin tersyüz edilmesi, beyaz camın 'gerçek' olana evrilmesiyle, seyircinin/canlının da beyaz cama dönüşmesi.)



Beni yalancı sanıyorlardı. O ana dek gelişen olaylar aleyhimeydi ve (“aleyhimeydi” nakarat gibi) ben yalancı olmadığım konusunda ısrarcı değildim. Her şeyi baştan anlatacak isteğim yoktu. Beni temize çıkaracak birini de beklemiyordum açıkçası. “Ama gökten iki melek bana yardım için indi desem” inanır mısınız bana? Bu da mı yalan yani? O zaman meleklerin inmesi de kötü oldu. Amacım en kısa yoldan evime gitmekti hâlbuki. O dar ve tehlikeli yola sapmasaydım, bu uğursuz kalabalık beni ağlarına düşüremeyecekti. Nefsime, kazanacağım zamanın düşsel zenginliğine yenik düşmüştüm. Her şeyi hak etmiştim şimdi. Şafağa karşı asılma kararım çıktı. Haham geldi, kovaladım. Papaz geldi tekmeledim. İmam geldi ağladım. Pes ettiğimden mi, yoksa ona inandığımdan mı bilemedim. Bırakılmış biriydim. İki kişi koluma girdi. Ağır adımlarla darağacına doğru yürüyorduk. Şafak öncesi en koyu karanlıkta, sağanak yağmur altında. Meydan hıncahınç doluydu. Kollarıma giren iki kişiyi hissetmez oldum bir an. Görünmez olmuşlardı uğursuz kalabalığın gözünde. Usulca gökyüzüne doğru havalandık. O iki kişi aslında iki melekti, işleri bozduklarını düşündüğüm. Bu benim en büyük yalanım mıydı asılmadan önce, yoksa gerçeğin ta kendisi miydi, şu an hiç hatırlamıyorum. Şimdi’nin ve Mekan’ın önemi adına.

 Hastalıklı bir aşk öyküsü. Son derece sert, şiddet, gerilim ve hüzne boğulmuş bir aşk. Klasik anlamını çok aşan bir yapıda. Kızın engelli olması, erkeğin bu kusuru önemsemediğini kıza ve kendine de söylemesine rağmen, alt benliğine bir türlü kabul ettirememesi. Bunun sonucunda, alttan taşan bir şiddet isteğinin estetikleşip şiirsel bir havada ilişkiye yansıması. Tüm faktörlerden beslenen insanoğlunun (sıkıntı, zor koşullar, savaş, kirli siyaset, ırkçılık, ezilen halklar, örgütlenememe vs.) acısını en yakınındakinden çıkarması üzerine şiirsel bir destan.

 Kinder çikolatalarının, çocukları "kindar" yapması üzerine önlem alan Roma belediyesi başkanı Errico Tardelli, fabrikaya bizzat baskın yaparak patronu kıskıvrak yakalamış, elleriyle kafasına basıp belediye minibüsüne bindirirken, patronun "bunun intikamını alırım Errico" demesi üzerine, "bakın görüyorsunuz, ne kadar da kindar, balık baştan kokar" demiştir.



Yabancılaşma çok karmaşık bir sorundur. Televizyonun da buna bir etkisi vardır. Biz artık gerçekliği değil, gerçekliğin televizyondaki sunumunu algılıyoruz. Tecrübe ufkumuz çok sınırlı. Türetilmiş bir gerçekliğimiz var ve bence bu, politik bir açıdan bakarsak günlük tecrübelerin gerçekliğini anlama yeteneğimizi dumura uğratan, fazlasıyla tehlikeli bir şey.
                                          M. HANEKE





Hademe elinde seyyar zil, koşarak –içinde anlaşılmaz bir neşe/coşku kırması- merdivenlerden iniyor. Zili sallamayı unuttuğunu anımsarken takılıveriyor merdivenlere. Hızla düşerken, alnıyla sert zemin arasına minyatür çan/seyyar zil giriveriyor. Sert zemine baskı yapamadığından olsa gerek, alnına gömülüyor adamımızın.

Okulun duvarlarının dışındaki büfeci adam ise sucuk doğramakta ince ince. Birini güneşe tutup inceliğini kontrol ediyor; başarılı. Saatine bakıyor, zil çalmalıydı, çocuklar tostlara koşmalıydı. Bunun gerçekleşmemesi kendini derin bir üzüntüye boğuyor. En alt çekmecesinde hiç kullanmadığı usturasını kullanmak için nefis bir fırsat.

Öğrencilerden birinin annesi ütü yaparken bir uzun 2000 yakıyor. Keyifle bir nefes çekip pantolonlara geçiyor. Telefon çaldı. Sigarayı acemice pantolonun üstündeki küllüğe bırakıp yan odaya geçiyor. Telefon okuldan geliyor. Tost yiyemediği için oğlu açlıktan bayılmış. Aceleyle evden çıkıyor.

Üst kattaki ihtiyar çift Bonanza seyrettikten, 34 dakika sonra dumandan boğulup zor anlar yaşıyorlar. İtfaiye merdivenine ulaşamayan son iki kişiydiler.


Onların boğulmalarını seyreden karşı apartmandaki kadın, bebeğinin beşikten düşüşünü 23 dakika sonra görüyor. İşsiz baba yan odadan daha önce çıktığından bebeğin ağlamasını dindirip karısına okkalı bir tokat atıyor. Balkondaki kadın, tokatın etkisiyle 7. kattan aşağı düşüyor.




Çok uzak bir yerde, çok güzel bir öykü yazdığını düşünen adam, yazdıklarını bir kez daha okuduğunda berbat bir iş çıkarttığını görüyor. Ama silmeye kıyamıyor. Silmeye kıyamadığı, diğer berbat işlerinin yanına yolluyor. Son nefesini verirken birkaç yıl sonra, arkadaşından bütün işlerini silmesini, deyim yerindeyse yok etmesini istiyor. Ama arkadaşının gönlü, bütün bu ilginç ve sıra dışı öykülerin silinmesine razı olmuyor. Birkaç ay geçtikten sonra altlarına kendi adını yazıp, güvendiği bir yayınevine yolluyor.

Yayınevi editörünün notu: Hepsi de birbirinden berbat işler.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra editör, takma bir isimle, öykülerde ufak değişiklikler yaparak kitabı basıyor. Telif, melif hak getire. El altından korsanını da piyasaya kendi sürüyor. Güllük gülistanlık bir yaşama kulaç atıyor, bin bir keyifle.

Bütün bu öykülerin sahibi mezarında her şeyden habersiz uyurken gecenin bir yarısı, toprağına çiçek bırakan kimsesiz bir kızın tuhaf mırıltılarını duyduğuna şaşırıyor. Ölmüş olması şaşkınlığını körüklüyor. Kız mp3’ünün kulaklığında Helloween’dan ‘A Tale That Wasn’t Right’ı dinlemekte ve mırıldanmakta o an. Vokalin yükseldiği yerlerde, kızın da sesi yükseldiğinden, yatmakta olan yazarımız dirilme eyleminde bulunuyor. Kafasını topraktan çıkarıp kızla göz göze geliyor. Büyük bir aşkın ilk kıvılcımı burada çakıyor. Yandaki mezarda yatmakta olan yaşlı kadının altın dişlerini sökmekle meşgul erkek arkadaşı ve şükerası, soğukkanlılıkla kızın yanına gelip, kafasını çıkarmış yazarımızın boynuna bir kürek sapı ile vurunca, yaratıcı fikirlerin yuvası kelle yuvarlanıp az ilerdeki bir küçük çukura giriveriyor. Sırıtıyor kızın sevgilisi, golf bilmekte çünkü az çok. Kelle dile geliyor: ‘‘Öykülerim, öykülerim. Onlar benim öykülerim. Huzur içinde yatabilmem için o öykülerin bana ait olduğunu ispatlayın.’’

Sırıtıyor genç adam. ‘‘Mümkün değil, çünkü biz de senin öykülerinden birinin içinde yaşıyoruz. Boktan bir öykünün boktan kahramanlarıyız.’’

Sırıtıyor editör, bu öykünün üstünden geçerken. Ölmüş yazar da O’na sırıtıyor. Hala bir öykünün içinde olduğunu anlayamamasına hayıflanıyor da. Bu satırların yazarı da, ölmüş yazara hayıflanıyor.





Odasını biblolar, heykelcikler, minik putlarla doldurmuş, vecd halindeki komşuma çaya gittim. Kapandığı yerden pozisyonunu bozmadan ocağı işaret etti. Çayı koydum, su kaynayana kadar mırıldanıp, gözyaşı dökerek o halde kaldı. Suyun fokurtusuyla beraber o da kıpırdanmaya, bir yılan gibi kıvrılarak ayağa kalkmaya başladı. Çayı demlediğimde kendindeydi ve huzur deryasında yüzmekteydi. ‘‘Serve the servants’’ diye mırıldandı. Bir uzun 2000 yakıp sırıttım, demli çayımı yudumlarken. Elleri titreyerek bardağını kavradı ve hızlıca içmeye başladı çayı. ‘Ecinniler’den Şatov ve Kirilov gibiydik o an. Sırayla sanrı nöbeti tutan, iki tutunamayan. Bütün iğrenç bibloları, minik, mutlu, alçıdan yapılmış mutlu suratlarıyla birbirine bakan çiftleri, yüce insan modeli giydirilmiş komik, topraktan yapma, acıklı bakan çocuk suratları, hasta bedenleri, çarpık ayak ve kolları. Nefretim bu ölü gözler altında birden kılık değiştiriverdi. Hiç olmadığım kadar mutluydum şimdi aralarında. Şen kahkahalar altında kırıp dökmüşüm tüm bu et görmemiş cesetleri. Komşumu da aralarına katacakmışım ki, kaçıp kendini kurtarmış.