İnsanın kederi,
saklayabildiği ölçüde değerlidir. Beden, bir koza gibi yuva olur kedere. Orada
büyür, şekillenir… Ve orada beden ile birlikte çürür. Kalbin kan pompalaması
çürümeye engel değildir. Keder, açığa çıkmayıp, çürüdüğü ölçüde ikinci bir
şekillenme geçirir. Karla kaplı hayat zarına kapaklanıp düşmemek için, ellerinin
içleriyle destek alıp durduğun sürece çürüme sekteye uğrar. Ama soğuğun verdiği
sızı bedenini titretir ve sarsar. Kederini unutmuşsundur…
Yoğun yağmur
dindikten sonra, bacadan içeri isli su aktığını görüyorum. Köşeli, kaba bir
keder kaplıyor yüreğimi. Yağmur dindikten sonra çatıya, kullanılmayan bacanın
ağzını kapamaya çıkıyorum. Soğuk, keskin rüzgâr endişelendiriyor beni.
Kiremitlere ürkekçe basıp ilerliyorum. Yandaki evin geniş salonunda kocaman bir
plazma, açık ve mutlu bir yuvayı muştuluyor. Bir süre seyrediyorum. Yoksulluğum
acı bir tokat gibi yüzümde patlıyor ama hissetmiyorum. Dudaklarımda tarifsiz bir
mutluluk belirtisi, geçici ve zehirli…
…..Uzun süre ilerilere doğru
bakarak orada durdu, bu noktayı çok iyi biliyordu. Üniversitedeki derslerine
giderken, daha çok evine dönerken, genellikle burada dururdu (bunu yüzlerce defa
yapmış olmalıydı), tam bu noktada, bu gerçekten şahane manzaraya bakardı ve
içinde uyanan belirsiz, gizemli duyguyu merak etmekten kendini alamazdı. Bu
şahane manzara yüreğinde hep garip bir hüzün uyandırırdı, bu muhteşem görünüş
onu boş bir umutsuzlukla doldururdu. Bu sıkıntılı ve kötücül etkilenimi hep
merak etmişti, ama bu gize çözüm bulma yeteneğine güveni olmadığı için hep
ilerde bir güne ertelemişti.
Suç Ve Ceza – F. DOSTOYEVSKI Syf: 160 – 161 Oda Yayınları Mayıs 1989
Türkçesi: Güler Dikmen
***************************************************************
Gece 4 suları. Sokaklar bomboş.
Yakınlarda bir çocuk parkı var. Bir kadın ve elinden tuttuğu küçük kızı parkın
kapısında belirdiler. Karanlığa karışmış karaltıları görünüşlerini biraz daha
korkutucu yapmakta. Salıncağa bindiriyor kızını. İkisi de hissiz gibi. Salıncak
zincirinin sesi, sessizliği kör bir bıçak gibi kesiyor/kesemiyor. Artık hiç
ayrılmayacaklar belli. Ama böylesi de pek anlaşılmaz biz faniler için. Olanlar
olmuş, uzun hikaye. Gece/karanlık/soğuk/mutsuzluk, günün ışımasıyla
gündüz/aydınlık/sıcak/mutluluğa dönüşüyor. Cehennem ile cennet arasındaki ince
çizgi belirliyor tarafları. Bir kadın, yanında küçük kızı, neşe içinde parktan
içeri giriyorlar…
. Ömrü boyunca hayatına bir an girip
kaybolan bu kızlar, bu insanlarla ölümünden sonra karşılaşacakmış, onlarla
geçirdiği kısacık anlarla istediği gibi oynayıp, o tatlı zamanı olabildiğince
uzatabilecekmiş gibi bir his; beyninin kıvrımları arasından bir görünüp bir
kaybolan bir sirk palyaçosunun kırmızı şortunun cebindeki kırmızı lastik topa
dönüşüyor, palyaçonun cebindeki şişkinliği görmesi, orada o topun olduğunu
bilmesi kendini mutlu ediyordu.
NBC : Çektiği her film anında
Cannes’a karışan, çok etkili bir uyarıcı.
Bıçağın
ucunu test etti. Ve hızla televizyondaki kadının böğrüne saplayıverdi. Bir daha,
bir daha, bir daha. Bıçağı çekip, gerisin geri birkaç adım attı. Kan damlıyordu
ucundan. Televizyondaki kadın, afallamış bir yüzle sendeleyip yere yıkıldı.
Arkasındaki iki kişi, bıçaklımıza hamle edecekti ki, çekiverdi fişi. Bıçak
elinden düştü. Tuhaf bir pişmanlık, titremeye dönüşüp yayıldı bedenine. Bıçağı
yerden aldı. Kendi alnına ucunu değdirip biraz bekledi. Ve hızla içeri doğru
ittiriverdi. Kırılmış cam sesi ve o an yanan bir elektronik devre sesi birbirine
karıştı.
(anafikir, altmetin : gerçekliğin tersyüz
edilmesi, beyaz camın 'gerçek' olana evrilmesiyle, seyircinin/canlının da beyaz
cama dönüşmesi.)
Beni yalancı sanıyorlardı. O ana
dek gelişen olaylar aleyhimeydi ve (“aleyhimeydi” nakarat gibi) ben yalancı
olmadığım konusunda ısrarcı değildim. Her şeyi baştan anlatacak isteğim yoktu.
Beni temize çıkaracak birini de beklemiyordum açıkçası. “Ama gökten iki melek
bana yardım için indi desem” inanır mısınız bana? Bu da mı yalan yani? O zaman
meleklerin inmesi de kötü oldu. Amacım en kısa yoldan evime gitmekti hâlbuki. O
dar ve tehlikeli yola sapmasaydım, bu uğursuz kalabalık beni ağlarına
düşüremeyecekti. Nefsime, kazanacağım zamanın düşsel zenginliğine yenik
düşmüştüm. Her şeyi hak etmiştim şimdi. Şafağa karşı asılma kararım çıktı. Haham
geldi, kovaladım. Papaz geldi tekmeledim. İmam geldi ağladım. Pes ettiğimden mi,
yoksa ona inandığımdan mı bilemedim. Bırakılmış biriydim. İki kişi koluma girdi.
Ağır adımlarla darağacına doğru yürüyorduk. Şafak öncesi en koyu karanlıkta,
sağanak yağmur altında. Meydan hıncahınç doluydu. Kollarıma giren iki kişiyi
hissetmez oldum bir an. Görünmez olmuşlardı uğursuz kalabalığın gözünde. Usulca
gökyüzüne doğru havalandık. O iki kişi aslında iki melekti, işleri bozduklarını
düşündüğüm. Bu benim en büyük yalanım mıydı asılmadan önce, yoksa gerçeğin ta
kendisi miydi, şu an hiç hatırlamıyorum. Şimdi’nin ve Mekan’ın önemi adına.
Hastalıklı bir aşk öyküsü. Son
derece sert, şiddet, gerilim ve hüzne boğulmuş bir aşk. Klasik anlamını çok aşan
bir yapıda. Kızın engelli olması, erkeğin bu kusuru önemsemediğini kıza ve
kendine de söylemesine rağmen, alt benliğine bir türlü kabul ettirememesi. Bunun
sonucunda, alttan taşan bir şiddet isteğinin estetikleşip şiirsel bir havada
ilişkiye yansıması. Tüm faktörlerden beslenen insanoğlunun (sıkıntı, zor
koşullar, savaş, kirli siyaset, ırkçılık, ezilen halklar, örgütlenememe vs.)
acısını en yakınındakinden çıkarması üzerine şiirsel bir destan.
Kinder çikolatalarının, çocukları "kindar" yapması üzerine önlem alan Roma
belediyesi başkanı Errico Tardelli, fabrikaya bizzat baskın yaparak patronu
kıskıvrak yakalamış, elleriyle kafasına basıp belediye minibüsüne bindirirken,
patronun "bunun intikamını alırım Errico" demesi üzerine, "bakın görüyorsunuz,
ne kadar da kindar, balık baştan kokar"
demiştir.
Yabancılaşma çok
karmaşık bir sorundur. Televizyonun da buna bir etkisi vardır. Biz artık
gerçekliği değil, gerçekliğin televizyondaki sunumunu algılıyoruz. Tecrübe
ufkumuz çok sınırlı. Türetilmiş bir gerçekliğimiz var ve bence bu, politik bir
açıdan bakarsak günlük tecrübelerin gerçekliğini anlama yeteneğimizi dumura
uğratan, fazlasıyla tehlikeli bir şey.
M. HANEKE
Hademe
elinde seyyar zil, koşarak –içinde anlaşılmaz bir neşe/coşku kırması-
merdivenlerden iniyor. Zili sallamayı unuttuğunu anımsarken takılıveriyor
merdivenlere. Hızla düşerken, alnıyla sert zemin arasına minyatür çan/seyyar zil
giriveriyor. Sert zemine baskı yapamadığından olsa gerek, alnına gömülüyor
adamımızın.
Okulun
duvarlarının dışındaki büfeci adam ise sucuk doğramakta ince ince. Birini güneşe
tutup inceliğini kontrol ediyor; başarılı. Saatine bakıyor, zil çalmalıydı,
çocuklar tostlara koşmalıydı. Bunun gerçekleşmemesi kendini derin bir üzüntüye
boğuyor. En alt çekmecesinde hiç kullanmadığı usturasını kullanmak için nefis
bir fırsat.
Öğrencilerden birinin annesi ütü yaparken bir uzun 2000 yakıyor. Keyifle
bir nefes çekip pantolonlara geçiyor. Telefon çaldı. Sigarayı acemice pantolonun
üstündeki küllüğe bırakıp yan odaya geçiyor. Telefon okuldan geliyor. Tost
yiyemediği için oğlu açlıktan bayılmış. Aceleyle evden çıkıyor.
Üst
kattaki ihtiyar çift Bonanza seyrettikten, 34 dakika sonra dumandan boğulup zor
anlar yaşıyorlar. İtfaiye merdivenine ulaşamayan son iki kişiydiler.
Onların
boğulmalarını seyreden karşı apartmandaki kadın, bebeğinin beşikten düşüşünü 23
dakika sonra görüyor. İşsiz baba yan odadan daha önce çıktığından bebeğin
ağlamasını dindirip karısına okkalı bir tokat atıyor. Balkondaki kadın, tokatın
etkisiyle 7. kattan aşağı düşüyor.
Çok uzak bir yerde, çok
güzel bir öykü yazdığını düşünen adam, yazdıklarını bir kez daha okuduğunda
berbat bir iş çıkarttığını görüyor. Ama silmeye kıyamıyor. Silmeye kıyamadığı,
diğer berbat işlerinin yanına yolluyor. Son nefesini verirken birkaç yıl sonra,
arkadaşından bütün işlerini silmesini, deyim yerindeyse yok etmesini istiyor.
Ama arkadaşının gönlü, bütün bu ilginç ve sıra dışı öykülerin silinmesine razı
olmuyor. Birkaç ay geçtikten sonra altlarına kendi adını yazıp, güvendiği bir
yayınevine yolluyor.
Yayınevi editörünün
notu: Hepsi de birbirinden berbat işler.
Aradan birkaç ay
geçtikten sonra editör, takma bir isimle, öykülerde ufak değişiklikler yaparak
kitabı basıyor. Telif, melif hak getire. El altından korsanını da piyasaya kendi
sürüyor. Güllük gülistanlık bir yaşama kulaç atıyor, bin bir keyifle.
Bütün bu öykülerin
sahibi mezarında her şeyden habersiz uyurken gecenin bir yarısı, toprağına çiçek
bırakan kimsesiz bir kızın tuhaf mırıltılarını duyduğuna şaşırıyor. Ölmüş olması
şaşkınlığını körüklüyor. Kız mp3’ünün kulaklığında Helloween’dan ‘A Tale That
Wasn’t Right’ı dinlemekte ve mırıldanmakta o an. Vokalin yükseldiği yerlerde,
kızın da sesi yükseldiğinden, yatmakta olan yazarımız dirilme eyleminde
bulunuyor. Kafasını topraktan çıkarıp kızla göz göze geliyor. Büyük bir aşkın
ilk kıvılcımı burada çakıyor. Yandaki mezarda yatmakta olan yaşlı kadının altın
dişlerini sökmekle meşgul erkek arkadaşı ve şükerası, soğukkanlılıkla kızın
yanına gelip, kafasını çıkarmış yazarımızın boynuna bir kürek sapı ile vurunca,
yaratıcı fikirlerin yuvası kelle yuvarlanıp az ilerdeki bir küçük çukura
giriveriyor. Sırıtıyor kızın sevgilisi, golf bilmekte çünkü az çok. Kelle dile
geliyor: ‘‘Öykülerim, öykülerim. Onlar benim öykülerim. Huzur içinde yatabilmem
için o öykülerin bana ait olduğunu ispatlayın.’’
Sırıtıyor genç adam.
‘‘Mümkün değil, çünkü biz de senin öykülerinden birinin içinde yaşıyoruz. Boktan
bir öykünün boktan kahramanlarıyız.’’
Sırıtıyor editör, bu
öykünün üstünden geçerken. Ölmüş yazar da O’na sırıtıyor. Hala bir öykünün
içinde olduğunu anlayamamasına hayıflanıyor da. Bu satırların yazarı da, ölmüş
yazara hayıflanıyor.
Odasını
biblolar, heykelcikler, minik putlarla doldurmuş, vecd halindeki komşuma çaya
gittim. Kapandığı yerden pozisyonunu bozmadan ocağı işaret etti. Çayı koydum, su
kaynayana kadar mırıldanıp, gözyaşı dökerek o halde kaldı. Suyun fokurtusuyla
beraber o da kıpırdanmaya, bir yılan gibi kıvrılarak ayağa kalkmaya başladı.
Çayı demlediğimde kendindeydi ve huzur deryasında yüzmekteydi. ‘‘Serve the
servants’’ diye mırıldandı. Bir uzun 2000 yakıp sırıttım, demli çayımı
yudumlarken. Elleri titreyerek bardağını kavradı ve hızlıca içmeye başladı çayı.
‘Ecinniler’den Şatov ve Kirilov gibiydik o an. Sırayla sanrı nöbeti tutan, iki
tutunamayan. Bütün iğrenç bibloları, minik, mutlu, alçıdan yapılmış mutlu
suratlarıyla birbirine bakan çiftleri, yüce insan modeli giydirilmiş komik,
topraktan yapma, acıklı bakan çocuk suratları, hasta bedenleri, çarpık ayak ve
kolları. Nefretim bu ölü gözler altında birden kılık değiştiriverdi. Hiç
olmadığım kadar mutluydum şimdi aralarında. Şen kahkahalar altında kırıp
dökmüşüm tüm bu et görmemiş cesetleri. Komşumu da aralarına katacakmışım ki,
kaçıp kendini kurtarmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder