15 Mart 2017 Çarşamba

CAPITOL PUNISHMENT

İnsanın kederi, saklayabildiği ölçüde değerlidir. Beden, bir koza gibi yuva olur kedere. Orada büyür, şekillenir… Ve orada beden ile birlikte çürür. Kalbin kan pompalaması çürümeye engel değildir. Keder, açığa çıkmayıp, çürüdüğü ölçüde ikinci bir şekillenme geçirir. Karla kaplı hayat zarına kapaklanıp düşmemek için, ellerinin içleriyle destek alıp durduğun sürece çürüme sekteye uğrar. Ama soğuğun verdiği sızı bedenini titretir ve sarsar. Kederini unutmuşsundur…




Yoğun yağmur dindikten sonra, bacadan içeri isli su aktığını görüyorum. Köşeli, kaba bir keder kaplıyor yüreğimi. Yağmur dindikten sonra çatıya, kullanılmayan bacanın ağzını kapamaya çıkıyorum. Soğuk, keskin rüzgâr endişelendiriyor beni. Kiremitlere ürkekçe basıp ilerliyorum. Yandaki evin geniş salonunda kocaman bir plazma, açık ve mutlu bir yuvayı muştuluyor. Bir süre seyrediyorum. Yoksulluğum acı bir tokat gibi yüzümde patlıyor ama hissetmiyorum. Dudaklarımda tarifsiz bir mutluluk belirtisi, geçici ve zehirli…



…..Uzun süre ilerilere doğru bakarak orada durdu, bu noktayı çok iyi biliyordu. Üniversitedeki derslerine giderken, daha çok evine dönerken, genellikle burada dururdu (bunu yüzlerce defa yapmış olmalıydı), tam bu noktada, bu gerçekten şahane manzaraya bakardı ve içinde uyanan belirsiz, gizemli duyguyu merak etmekten kendini alamazdı. Bu şahane manzara yüreğinde hep garip bir hüzün uyandırırdı, bu muhteşem görünüş onu boş bir umutsuzlukla doldururdu. Bu sıkıntılı ve kötücül etkilenimi hep merak etmişti, ama bu gize çözüm bulma yeteneğine güveni olmadığı için hep ilerde bir güne ertelemişti.
Suç Ve Ceza – F. DOSTOYEVSKI   Syf: 160 – 161 Oda Yayınları Mayıs 1989 Türkçesi: Güler Dikmen


***************************************************************

Gece 4 suları. Sokaklar bomboş. Yakınlarda bir çocuk parkı var. Bir kadın ve elinden tuttuğu küçük kızı parkın kapısında belirdiler. Karanlığa karışmış karaltıları görünüşlerini biraz daha korkutucu yapmakta. Salıncağa bindiriyor kızını. İkisi de hissiz gibi. Salıncak zincirinin sesi, sessizliği kör bir bıçak gibi kesiyor/kesemiyor. Artık hiç ayrılmayacaklar belli. Ama böylesi de pek anlaşılmaz biz faniler için. Olanlar olmuş, uzun hikaye. Gece/karanlık/soğuk/mutsuzluk, günün ışımasıyla gündüz/aydınlık/sıcak/mutluluğa dönüşüyor. Cehennem ile cennet arasındaki ince çizgi belirliyor tarafları. Bir kadın, yanında küçük kızı, neşe içinde parktan içeri giriyorlar…




. Ömrü boyunca hayatına bir an girip kaybolan bu kızlar, bu insanlarla ölümünden sonra karşılaşacakmış, onlarla geçirdiği kısacık anlarla istediği gibi oynayıp, o tatlı zamanı olabildiğince uzatabilecekmiş gibi bir his; beyninin kıvrımları arasından bir görünüp bir kaybolan bir sirk palyaçosunun kırmızı şortunun cebindeki kırmızı lastik topa dönüşüyor, palyaçonun cebindeki şişkinliği görmesi, orada o topun olduğunu bilmesi kendini mutlu ediyordu.

NBC : Çektiği her film anında Cannes’a karışan, çok etkili bir uyarıcı.

Bıçağın ucunu test etti. Ve hızla televizyondaki kadının böğrüne saplayıverdi. Bir daha, bir daha, bir daha. Bıçağı çekip, gerisin geri birkaç adım attı. Kan damlıyordu ucundan. Televizyondaki kadın, afallamış bir yüzle sendeleyip yere yıkıldı. Arkasındaki iki kişi, bıçaklımıza hamle edecekti ki, çekiverdi fişi. Bıçak elinden düştü. Tuhaf bir pişmanlık, titremeye dönüşüp yayıldı bedenine. Bıçağı yerden aldı. Kendi alnına ucunu değdirip biraz bekledi. Ve hızla içeri doğru ittiriverdi. Kırılmış cam sesi ve o an yanan bir elektronik devre sesi birbirine karıştı.

(anafikir, altmetin : gerçekliğin tersyüz edilmesi, beyaz camın 'gerçek' olana evrilmesiyle, seyircinin/canlının da beyaz cama dönüşmesi.)



Beni yalancı sanıyorlardı. O ana dek gelişen olaylar aleyhimeydi ve (“aleyhimeydi” nakarat gibi) ben yalancı olmadığım konusunda ısrarcı değildim. Her şeyi baştan anlatacak isteğim yoktu. Beni temize çıkaracak birini de beklemiyordum açıkçası. “Ama gökten iki melek bana yardım için indi desem” inanır mısınız bana? Bu da mı yalan yani? O zaman meleklerin inmesi de kötü oldu. Amacım en kısa yoldan evime gitmekti hâlbuki. O dar ve tehlikeli yola sapmasaydım, bu uğursuz kalabalık beni ağlarına düşüremeyecekti. Nefsime, kazanacağım zamanın düşsel zenginliğine yenik düşmüştüm. Her şeyi hak etmiştim şimdi. Şafağa karşı asılma kararım çıktı. Haham geldi, kovaladım. Papaz geldi tekmeledim. İmam geldi ağladım. Pes ettiğimden mi, yoksa ona inandığımdan mı bilemedim. Bırakılmış biriydim. İki kişi koluma girdi. Ağır adımlarla darağacına doğru yürüyorduk. Şafak öncesi en koyu karanlıkta, sağanak yağmur altında. Meydan hıncahınç doluydu. Kollarıma giren iki kişiyi hissetmez oldum bir an. Görünmez olmuşlardı uğursuz kalabalığın gözünde. Usulca gökyüzüne doğru havalandık. O iki kişi aslında iki melekti, işleri bozduklarını düşündüğüm. Bu benim en büyük yalanım mıydı asılmadan önce, yoksa gerçeğin ta kendisi miydi, şu an hiç hatırlamıyorum. Şimdi’nin ve Mekan’ın önemi adına.

 Hastalıklı bir aşk öyküsü. Son derece sert, şiddet, gerilim ve hüzne boğulmuş bir aşk. Klasik anlamını çok aşan bir yapıda. Kızın engelli olması, erkeğin bu kusuru önemsemediğini kıza ve kendine de söylemesine rağmen, alt benliğine bir türlü kabul ettirememesi. Bunun sonucunda, alttan taşan bir şiddet isteğinin estetikleşip şiirsel bir havada ilişkiye yansıması. Tüm faktörlerden beslenen insanoğlunun (sıkıntı, zor koşullar, savaş, kirli siyaset, ırkçılık, ezilen halklar, örgütlenememe vs.) acısını en yakınındakinden çıkarması üzerine şiirsel bir destan.

 Kinder çikolatalarının, çocukları "kindar" yapması üzerine önlem alan Roma belediyesi başkanı Errico Tardelli, fabrikaya bizzat baskın yaparak patronu kıskıvrak yakalamış, elleriyle kafasına basıp belediye minibüsüne bindirirken, patronun "bunun intikamını alırım Errico" demesi üzerine, "bakın görüyorsunuz, ne kadar da kindar, balık baştan kokar" demiştir.



Yabancılaşma çok karmaşık bir sorundur. Televizyonun da buna bir etkisi vardır. Biz artık gerçekliği değil, gerçekliğin televizyondaki sunumunu algılıyoruz. Tecrübe ufkumuz çok sınırlı. Türetilmiş bir gerçekliğimiz var ve bence bu, politik bir açıdan bakarsak günlük tecrübelerin gerçekliğini anlama yeteneğimizi dumura uğratan, fazlasıyla tehlikeli bir şey.
                                          M. HANEKE





Hademe elinde seyyar zil, koşarak –içinde anlaşılmaz bir neşe/coşku kırması- merdivenlerden iniyor. Zili sallamayı unuttuğunu anımsarken takılıveriyor merdivenlere. Hızla düşerken, alnıyla sert zemin arasına minyatür çan/seyyar zil giriveriyor. Sert zemine baskı yapamadığından olsa gerek, alnına gömülüyor adamımızın.

Okulun duvarlarının dışındaki büfeci adam ise sucuk doğramakta ince ince. Birini güneşe tutup inceliğini kontrol ediyor; başarılı. Saatine bakıyor, zil çalmalıydı, çocuklar tostlara koşmalıydı. Bunun gerçekleşmemesi kendini derin bir üzüntüye boğuyor. En alt çekmecesinde hiç kullanmadığı usturasını kullanmak için nefis bir fırsat.

Öğrencilerden birinin annesi ütü yaparken bir uzun 2000 yakıyor. Keyifle bir nefes çekip pantolonlara geçiyor. Telefon çaldı. Sigarayı acemice pantolonun üstündeki küllüğe bırakıp yan odaya geçiyor. Telefon okuldan geliyor. Tost yiyemediği için oğlu açlıktan bayılmış. Aceleyle evden çıkıyor.

Üst kattaki ihtiyar çift Bonanza seyrettikten, 34 dakika sonra dumandan boğulup zor anlar yaşıyorlar. İtfaiye merdivenine ulaşamayan son iki kişiydiler.


Onların boğulmalarını seyreden karşı apartmandaki kadın, bebeğinin beşikten düşüşünü 23 dakika sonra görüyor. İşsiz baba yan odadan daha önce çıktığından bebeğin ağlamasını dindirip karısına okkalı bir tokat atıyor. Balkondaki kadın, tokatın etkisiyle 7. kattan aşağı düşüyor.




Çok uzak bir yerde, çok güzel bir öykü yazdığını düşünen adam, yazdıklarını bir kez daha okuduğunda berbat bir iş çıkarttığını görüyor. Ama silmeye kıyamıyor. Silmeye kıyamadığı, diğer berbat işlerinin yanına yolluyor. Son nefesini verirken birkaç yıl sonra, arkadaşından bütün işlerini silmesini, deyim yerindeyse yok etmesini istiyor. Ama arkadaşının gönlü, bütün bu ilginç ve sıra dışı öykülerin silinmesine razı olmuyor. Birkaç ay geçtikten sonra altlarına kendi adını yazıp, güvendiği bir yayınevine yolluyor.

Yayınevi editörünün notu: Hepsi de birbirinden berbat işler.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra editör, takma bir isimle, öykülerde ufak değişiklikler yaparak kitabı basıyor. Telif, melif hak getire. El altından korsanını da piyasaya kendi sürüyor. Güllük gülistanlık bir yaşama kulaç atıyor, bin bir keyifle.

Bütün bu öykülerin sahibi mezarında her şeyden habersiz uyurken gecenin bir yarısı, toprağına çiçek bırakan kimsesiz bir kızın tuhaf mırıltılarını duyduğuna şaşırıyor. Ölmüş olması şaşkınlığını körüklüyor. Kız mp3’ünün kulaklığında Helloween’dan ‘A Tale That Wasn’t Right’ı dinlemekte ve mırıldanmakta o an. Vokalin yükseldiği yerlerde, kızın da sesi yükseldiğinden, yatmakta olan yazarımız dirilme eyleminde bulunuyor. Kafasını topraktan çıkarıp kızla göz göze geliyor. Büyük bir aşkın ilk kıvılcımı burada çakıyor. Yandaki mezarda yatmakta olan yaşlı kadının altın dişlerini sökmekle meşgul erkek arkadaşı ve şükerası, soğukkanlılıkla kızın yanına gelip, kafasını çıkarmış yazarımızın boynuna bir kürek sapı ile vurunca, yaratıcı fikirlerin yuvası kelle yuvarlanıp az ilerdeki bir küçük çukura giriveriyor. Sırıtıyor kızın sevgilisi, golf bilmekte çünkü az çok. Kelle dile geliyor: ‘‘Öykülerim, öykülerim. Onlar benim öykülerim. Huzur içinde yatabilmem için o öykülerin bana ait olduğunu ispatlayın.’’

Sırıtıyor genç adam. ‘‘Mümkün değil, çünkü biz de senin öykülerinden birinin içinde yaşıyoruz. Boktan bir öykünün boktan kahramanlarıyız.’’

Sırıtıyor editör, bu öykünün üstünden geçerken. Ölmüş yazar da O’na sırıtıyor. Hala bir öykünün içinde olduğunu anlayamamasına hayıflanıyor da. Bu satırların yazarı da, ölmüş yazara hayıflanıyor.





Odasını biblolar, heykelcikler, minik putlarla doldurmuş, vecd halindeki komşuma çaya gittim. Kapandığı yerden pozisyonunu bozmadan ocağı işaret etti. Çayı koydum, su kaynayana kadar mırıldanıp, gözyaşı dökerek o halde kaldı. Suyun fokurtusuyla beraber o da kıpırdanmaya, bir yılan gibi kıvrılarak ayağa kalkmaya başladı. Çayı demlediğimde kendindeydi ve huzur deryasında yüzmekteydi. ‘‘Serve the servants’’ diye mırıldandı. Bir uzun 2000 yakıp sırıttım, demli çayımı yudumlarken. Elleri titreyerek bardağını kavradı ve hızlıca içmeye başladı çayı. ‘Ecinniler’den Şatov ve Kirilov gibiydik o an. Sırayla sanrı nöbeti tutan, iki tutunamayan. Bütün iğrenç bibloları, minik, mutlu, alçıdan yapılmış mutlu suratlarıyla birbirine bakan çiftleri, yüce insan modeli giydirilmiş komik, topraktan yapma, acıklı bakan çocuk suratları, hasta bedenleri, çarpık ayak ve kolları. Nefretim bu ölü gözler altında birden kılık değiştiriverdi. Hiç olmadığım kadar mutluydum şimdi aralarında. Şen kahkahalar altında kırıp dökmüşüm tüm bu et görmemiş cesetleri. Komşumu da aralarına katacakmışım ki, kaçıp kendini kurtarmış.








Hiç yorum yok: