14 Haziran 2009 Pazar

KIRYOLU

Schism - TOOL
http://www.youtube.com/watch?v=UhjG47gtMCo
--------------------------------------------------------------------------------

Talk about the passion:

Sigarayı bırakmanın yolları: Bu problemi kökünden çözüyoruz. Tiryakiyi öldürüyoruz.




--------------------------------------------------------------------------------

Sivilcelerinden kurtulmak isteyen bir genç kız kiralık katil tutar. Sonra da tutar katile aşık olur. Katil işiyle aşkı arasında kalır. Tabancasını kızın yüzündeki sivilcelere doğrultur. “Başladığım işi yarım bırakmam sevgilim” der. Kız yalvarır: “Başka bir yöntem bulalım” der. Düşünür katil ve “Evet” der, “buldum”. Bir şişe kezzabı kızın yüzüne boca eder. Ama bu durumda katilin aşkı da sona erer, kız tanınmaz haldedir. Kafatası krallığına gelin gider 3 ay sonra.




--------------------------------------------------------------------------------

— Varoştaki senin gibi alımlı, güzel kadınları bilirim. İçinde bulundukları çevreyle görünüşleri arasında tuhaf, kederli bir zıtlık vardır. İçlerindeki neşeyi, güzel yaşama isteğini dışa vurdukça hep görünmeyen bir duvara çarpıp içlerine geri döner bu duygular. Direnenler bu boğucu ortamdan kurtulmayı başarabilir bazen ama bedeli de ağır olur genellikle.

— Şair gibi konuşuyorsun.

— Aslında kasabım, etten de iyi anlarım.

— İğrençsin.

— Hoşuna giden şeyler söylediğim sürece bir şair, rahatsız olacağın şeyler söylediğimde bir kasap; tercih senin.

— Şu kıymamı alabilir miyim artık!



--------------------------------------------------------------------------------


Delinin biri, elinde ustura matbaaya dalar. O an basılmakta olan kitabın, basılmakta olan sayfalarında kendinden bahsedilmektedir. Baskıyı okuyan bir işçiye arkadan sessizce yaklaşır ve gırtlağını keser. İşçi tam da başına gelecekleri okumaktadır o an. Gırtlağı kesildiği an, ‘’…deli arkadan yaklaşır ve işçinin gırtlağını keser…’’ cümlesini okumaktadır. Ve o an ölüm acısını bastırır, baskıda yazanla ilgili merakı. Gırtlağından fışkıran kan kıpkızıl etmiştir baskıyı, okunmamaktadır. Eliyle gırtlağına basıp yan baskıya yürür zorlukla. Kaderini öğrenme dürtüsü ayakta tutar kendini. ‘’…arkasına döner ve deliyle göz göze gelir…’’ kısmını okuyunca arkaya dönüp dönmemekte tereddüt eder. Sonraki satırlarda ‘tereddüt eder’ kısmı yazdığını düşünür. ‘Birazdan yere yığılır ve ölür’ tarzı bir şeyler de peşi sıra gelecektir kendince. Okumayı bırakır ve kaderine isyan eder. Delinin elinden usturayı kapar ve sıkı bir hamleyle delinin ömrünü sonlandırır. Ambulans içeri kadar girmiştir. Kitaptaki son satırlarda ‘’yerde uzun süre can çekişip öldüğü’’ yazmaktadır.

............................

5. Sonra Lyotard'ın, ressam Monory için yazdığı bir yazıda, 'modern özne' ile 'temsil' fikrine yönelik eleştirisini dile getirirken kullandığı bir Borges öyküsüne geçer. Bu öyküde şöyle bir olay anlatılmaktadır: " Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece, ayna halkı dünyayı işgal eder. Çıkan savaşın sonunda, Sarı Sultan'ın büyü gücü sayesinde ayna halkı alt edilir. Sarı Sultan, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı, insanların kölesi, yansımalardır. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır"

...............................



Ömrü boyunca hayatına bir an girip kaybolan bu kızlar, bu insanlarla ölümünden sonra karşılaşacakmış, onlarla geçirdiği kısacık anlarla istediği gibi oynayıp, o tatlı zamanı olabildiğince uzatabilecekmiş gibi bir his; beyninin kıvrımları arasından bir görünüp bir kaybolan bir sirk palyaçosunun kırmızı şortunun cebindeki kırmızı lastik topa dönüşüyor, palyaçonun cebindeki şişkinliği görmesi, orada o topun olduğunu bilmesi kendini mutlu ediyordu.

****************************************************************

‘Kafadan sakat olma halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde, KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’ dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler beklermiş.

********************************************************************


Kuzu etini çok seviyorsak yamyamların da çocuklarımızı yeme hakkına saygı göstermeliyiz.

**

Uzunluk, kısalık vs. göreceli kavramlardır. Mesela ben size göre biraz kısa görünebilirim ama bu, Pigme basketbol liginde pivot olduğum gerçeğini değiştirmez.

**

Şeker Kız Candy’yi gördüm geçen akşam otoyol kenarında. Elinde sigara, mini etek, yanaşan arabalar. Anladım ki, Şeker Kız Candy olmuş Kaşar Kız Candy.

**

Kıyma almak için kasapa girdiğimde ağlıyordu yaşlı kasap. Kederli bakışlarla birbirimizi süzdük bir süre. “Kıyma istiyorum” dedim, büyük bir soğukkanlılıkla. “Kıyma mı?” dedi. “Demek kıyma istiyorsun; al sana kıyma!” deyip, koca satırı kaptığı gibi sol koluna sallayıp dirseğinden koparıverdi. Aynı keder ve çabuklukla kıyma makinesine bastırıverdi kopuk kolu. Görüntü ilginçti, anlatmama izin verin: Kopuk kolunun elini kavrayan bir adam, çekip çıkarmak ister gibi değil, tam tersi. Daha dibe bastıran. Kendi uzuvlarını parçalayan bir adam.

**

— Buradan mikrofonlarımıza ne söylemek istersiniz?

— Bütün dünya mikrofonları, birleşin!

**

İhtiyardan sonra, dış kapı kapanmasına yakın yakalayıp karanlık, nemli, serin koridoruna girdi binanın. Ağustos sıcağını sokağın kahrolası insanları ile baş başa bırakıp soluklandı. Burada, bu serin ve sessiz yerde bir ömür kalıp, aynı sessizlikle can verebilirdi. Otomatiğin karanlığı ve zihninin köşelerini aydınlatmasıyla irkildi birden. İki ihtiyar kadın –yaşları birbirine yakın- inceler ve sorgular gözlerle bakıp kahramanımıza, Ağustos’un cehennemine neşe içinde katıldılar. Ağır kapıyı usulca açıp bir kez daha uğursuz buldukları bu genç adama bakmaları, yaşlı, çirkin ve korkunç iki zebaninin Cehennem’in kapısını açıp içeri çağırması gibi etki yaptı üstünde. Sağ koluyla yüzünü kapatıp, zayıf gövdesini de ikiye bükerek ‘istemediğini’ belli etti.



Üst kattaki 3 numaralı dairede kilolu ve kederli 40 yaşlarında bir kadın zekâ özürlü oğluyla beraber kalmaktaydı. Çam ağacı süslüyorlardı. Çocuğun usandırıcı tek zevki buydu, yılbaşından beri. Babası ve kız kardeşi de vardı o güzel yılbaşı akşamında. Şimdi biri işte, biri okuldaydı. Kadın bir sigara yakıp, parlak toplardan birini daha oğluna uzattı. Çocuk hiç bozulmayacak neşesinin yüzündeki tuhaf yansımasıyla bir kahkaha daha atıp parlak topu büyük bir keyifle olması gereken yere taktı. İyice ustalaşmıştı artık. Kederli ve kilolu kadın sigaradan kederli bir nefes daha çekip, şu an başka bir yerde, daha ince ve narin bir gövdeyle, yakışıklı bir adamın kollarında dans ettiğini düşlüyordu. Gözünün önündeki özürlü çocuk, bu hayale batırılmış iri bir kıymık gibi durdukça, her hayali sakat ve eksik olacaktı.



Kahramanımız şimdi 3 numaralı dairenin önündeydi ve serin karanlığın keyfini çıkartıyordu. 7 dakika daha otomatik yanmadı. Bu 7 dakikaya binlerce kelimelik düşler, düşünceler sığdıran genç adam, çömelip dayandığı 3 numaralı kapının açılmasıyla kendini eşikte buldu. Çizgiyi geçti mi, geçmedi mi kararsızlığı bir kenara, bu komik devriliş olacaklar için yeteri kadar komiklik taşımayı beceremeyecekti.



Bir kahkaha zekâ özürlü çocuktan geldi. Koluyla yerdeki kahramanımızı gösterirken, elinden düşen parlak top da kapıya kadar yuvarlanmıştı. Anne elindeki sigarayı bırakmadan kapıya kadar yürüyüp, düştüğü yerden gözlerini koluyla kapatan gencimizi süzdü bir süre.

Genç doğrulur ve dirseği ile gözlerini kapalı tuttuğu halde, cebinden bir kağıdı odanın ortasına doğru fırlatıp kaçar. Kadın kağıdı yerden alıp okumaya başlar:

***********************************

Yaklaşık 200 yıldır Cumartesi geceleri eğlenmek için seçilir olmuşken, onun bunu umursamaması akıl alır bir şey değildi. Hummalı bir hastanın ölümüne yakın yaşama coşkusuyla dolmasına benzer bir ruh haliyle romanının 1678. sayfasını bitirmeye çalışıyordu. Aklındakileri unutmamak için, içinden de kendine küfürler savurarak kafasındakileri birbirine eklemlemeye çalışıyor, bunu yaparken de bunları okuyacak olanların kendi hakkında ne düşüneceklerini çok merak ediyordu. Bu hiç gerçekleşmeyecek olan çocuksu düşünü bir kenara bırakıp son yazdığı sayfaya göz gezdirecek olsaydık şunları okuyor olacaktık:



Bölüm 41: Şüphenin Labirentinde Gönüllü Kalıcılık



“Arnold Layne” dinliyorlardı. Zaman hiç geçmesin istiyorlardı. “Çamurlu çukura düşmüş yaralı tavşanı çıkarmak için” dedi Z., “Dışarı çıkmalıyım”. Kendilerinde değillerdi. Yalpalayarak dış kapıya yürüdü. Sürekli içmenin monotonluğunda çırpınan kelebek kurtulup kanatlanabilseydi sırtında onu da taşıyacaktı, mutluluk fışkıran topraklara. Kapı içerden kitliydi ve yandaki kanepede yatmakta olan M., “Kapılar hep kitlidir bu durumlarda, manevi yolculuğumuza sekte vurmasın diye fiziksel varlığımız, bunu bilmiyor musun Z?” dedi. Tekrar dalarken uykuya, elinden düşen yarısı yenmiş uykuluğun eşliğinde.



Z duvardaki asil at resmine bakıp ağlamaya başladı birden. Avuçlarının içini resmin yanlarına yaslayıp atın gözlerinin içine baka baka, labirentteki isteksiz fareler gibi, çıkamayacağını bile bile, çırpınmanın hayatta olduğunun ispatı anlamına geldiğini kendine zorla kabul ettirerek.



Belki de romanı çok önce bitmişti de, tepeleme yazmaya devam ediyordu. Yeteneksizliğini ısrarla dövüp, dıştaki o çelik zarı, yaratıcılığı ile arasındaki demir perdeleri yırtarak kendiyle buluşmak için. Bu körleme iyimser kahredici çabanın karşılıksız kalmasını aklının ucuna dahi getirmeden yazmak. Bu duygudan uzaklaşmak için olabildiğince anlamsız şeyleri birleştirmek. Ondan bahsetmek, onun acıklı halinden, yazdıklarından alıntılar yapmak, bu satırların yazarının da acımasız, alçak ve en az onun kadar yeteneksiz olduğu anlamına da geliyor olabilir miydi?



Ondan daha çokça bahsedecek olmamız, bu kısır, yavan serüvende kendinizi yalnız ve sıkıntılı hissetmeniz dışında size ne katacak bilinemezken, bunu umursamaz bir şekilde masadan kalktı. Tıpkı bizim gibi O da izlendiğini, yaptığı her şeyin bilindiğini bilmiyordu. Üzerimizde küçümseyici gülümsemeler uçuşurken bundan daha fazla bahsetmek gülünçlüğümüzü arttırmaktan başka bir işe yaramazdı. Bu durumda bu satırların yazarı O ve siz okuyucular arasında bir köprü görevi görme işine gönüllü soyunmuşken, böyle tökezletici ve şevk kırıcı durumlara karşı hazırlıklıydı ve kendinizi güvende hissetmeniz için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı.



Romanı artık ele avuca gelmez olmuş, haşarı bir genç gibi aklının dikine gidiyor, yazarımız yazarken kendini bambaşka yerlerde buluyordu. Bunun ona aynı zamanda tuhaf bir haz verdiğini, yaratıcılığının çeperlerinin genişlediğini sandığını söyleyebiliriz. Zamanınızı ayırmaya değmeyecek bir şey üzerinde aylarca uğraşıyor olması –yaklaşık 20 ay- azıcık da olsa okunmayı hak ettiği anlamına gelir miydi? Şeytan ne kadar masum olabilirse bu soru da o kadar masumane olabilir denilebilir mi? Bu küçük ricamı kırmayacağınızı düşünmek isterim şu ana kadar ki tanışıklığımızın hatrına. Evet, haklısınız; yazdıklarından bolca alıntı yapacağım fikirlerinizin olgunlaşması adına. Samimi işbirliğimizin meyve vereceğini haşarı bir çocuk iyimserliği ile ümit ederken, şu an uyumakta olan yazarımızın müsveddelerini toparlamak için aranızdan ayrılıyorum geçici olarak.



“Yırtıcı yanım, kalanımı parçalamak, ölü olarak ele geçirmek ve ümitsizce bir çabayla medeni yenilenmeye gitmek için sabırsızlanıyordu. Cennetin hizmetçileri için de eşitlik! Efendi köle birbirinin içinde eriyip bütünleştiğinde ancak, sisteme müdahale etmek vahşetine katlanabilir ancak.” Z sayıklama ile sabuklama arasında koşaduran, ikisi de birbirinden önemliymiş gibi görünürken, vardığı yerden pişman olup, derin bir kederle, terlemeyle, tekinsiz bir pişmanlıkla öbür yere meyleden bir amok koşucusu kadar uğursuz ve acınası halde görünüyordu. Su bulunabilir miydi? Öğle treni ile gelecek kişi, beklenen yerin kuru, çorak toprağına çöken Temmuz sıcağının da etkisiyle nefret edilen birine dönüşmüş diyebilirdik. Ne kadar masum ve sevimli olsa da, bu ihtimali barındırsa da, şu an bu ter fışkıran yerde onu sıkıntıyla beklemek, hayatın ortalama değerini eksilten geçmeyecekmiş gibi gelen anı yaşamak, beklenen kişi için talihsiz bir durumdu elbette. Tam da polis şefi emekli olup silahını teslim ettiği gün, öğle treni ile gelecek olan belalısı beklemeyi istemek adamlarına düşerdi. Şef son gününü resmi olarak doldurmadığı için gitmek ya da kaçmak istemedi. Silahını geri alıp beline taktı. Korkuyla terlemesi, çektiği sırt ağrısına eklenen minik acılar ve karanlık düşüncelerin birleşiminden doğan şirince büyüklük; sırtındaki bu koca yük. Belki de ölmek, öldürülmek, sırtındaki koca yükten kurtulup huzur içinde birkaç saniye de olsa gökyüzünü seyredip dünyaya veda etmek istiyordu. Bu duygularla üstündeki tüm kahramanlık kisvesini nefretle fırlatıp atarak, silahını da tekrar geri vererek neşeyle istasyona doğru yürümeye başladı. Pazar günü için fazla hızlıydı. Zaman ağır ağır akarken, tere, toza, kire, sıcağa bulaşmışken bu nedensiz coşku, tüm yeknesak duruşlarıyla seyredenlerin belleklerinde angarya bir meraka yol açıyor, bu da yürümekte olan şefimize haklı bir gurur veriyordu. Beklenen kişi adamları tarafından karşılanmayı beklerken şefin de oraya kadar gelmesi şaşkınlık yarattı istasyonda da. Beklenenin adamlarından biri tabancasını çıkardığında engelledi hemen, daha tecrübeli olan beriki. Tren, sıcağın ağırlaştırıp diz seviyesine çektiği çekilmez zam-anı yararak ağırca girdi istasyona. İnenler mutlu gözüküyorlardı. Biraz sonra onlar da bu kasabada yaşayanlar gibi zombi olacaklardı, bu kasabada yaşadıkları süre boyunca. Beklenen kişi trenin penceresinden gördü hasmını/şefi. Gülümseyerek yaklaştı iyice şef beklenenin ineceği basamaklara. Beklenen bu tuhaf duruma şaşırdı önce ve adamlarına sakin olmalarını teskin eden bir el hareketi yaptı. Sarıldı şef beklenene. Hasmı affedilmeyi istediğini sandı önce sonra çabucak kavradı durumu. En az şef kadar zekiydi. Şefe aynı onun gülümsediği gibi gülümserken “Bu kadar kolay olmayacak” dedi. Suratı asıldı şefin. Bütün kurmacaları sessizce yıkılıp beyninin derinliklerinde, tüm neşeyi, taze ümitleri, boy vermeye başlayan huzuru toz duman içinde bıraktı. Beklenen kişi adamları arkasında olduğu halde az uzaklaşmış olduğu yerden şefe dönüp, tüm olanları anlamışçasına bir kahkaha attı. Adamları da ona katıldı peşi sıra, yalakalık ve düzen adına. Ama patronları kadar olaya vakıf olmadıklarından pek bir sırıttı bu gülünç kahkahaları.


******************************************

Kıryolu boyunca gelincikler açmış kıpkızıl. Mayıs, öğle ılık rüzgârı ensesinden sırtına doluyor. Ürperiyor genç adam. Elinde piknik sepeti duruyor bir an kıryolunda. Renk renk kelebek, tomurcuklanmış meyve ağaçları, canlı yeşil otlar ve aralarına serpiştirilmiş kızıl gelincikler. Olduğu yerde gözünün yettiğince etrafını tarıyor. Elini atıyor sonra piknik sepetine. Güzel bir kız fotoğrafı, vesikalık, şirin çerçeveli. Eli değince gözü de değiyor fotoğrafa peşi sıra. Gözünde bir damla yaş. Mayıs’ın güneşiyle yansıyor yeryüzüne. İşaret parmağıyla fotoğrafı okşamayı kesip, daha alttaki şarap şişesini çekip alıyor, kısa çöpü çekenin hüznü ve öncelediği heyecanının karışımıyla. Kafasına dikerken şarabı, gözü de güneşte.



Yarılanmış kıryolu yarılanmış şarap eşliğinde önünde, ardında seriliyken yürümeyi kesiyor. Az ötede bir güzel ağaç; en az gölgesi kadar gerçek. Çöküyor altına ağacın. Sepetin içinden örtüyü alıp seriyor. Peşinden sigara paketinden bir Uzun 2000 çekip keyifle yakıyor. Ucuz şaraptan bir fırt daha alıp sepetin içine, kızın fotoğrafına bakıyor. Şirin çerçeveli fotoğrafı usulca çıkarıp karşısına, azıcık engebeli toprağın küçücük tepeli bir yerinin üstüne yerleştiriyor. Renk renk kelebek, tomurcuklanmış meyve ağaçları, canlı yeşil otlar ve aralarına serpiştirilmiş kızıl gelincikler. Havlu peçeteye sarılmış yarım ekmek; içinde zeytin domates. Şarabı, sigarası eşliğinde, fotoğrafa baka baka yiyor. “Demiştin ya sen” diyor, “her şeye rağmen yaşa. Her şeye rağmen yaşıyorum işte. Kaçabildiğim yere kadar kaçıyorum. Yeryüzünün bana hayatı duyumsattığı yere kadar ve sanırım bundan ötesi yok kaçabileceğim. Kıryolunun yarısında piknik sepetimin ağırlığıyla örtümü serdim. Hayatımın, geçmişimin sofrasında son öğle yemeğimi de yedim. Şimdi sofrayı, hayatı toplama zamanı.”



Gözyaşını silip, şarabını bitiriyor gözü kızın fotoğrafındayken. Sepetine atıyor elini bir kez daha. En dipte, en karanlık köşedeki soğuk çelik parmaklarına değince ürperiyor. Tabancayı kavrayıp günışığına çıkarıyor. Renk renk kelebek, tomurcuklanmış meyve ağaçları, canlı yeşil otlar ve aralarına serpiştirilmiş kızıl gelincikler. Kıza bakmayı sürdürürken tabancayı tutan kolu hareketleniyor. Namlunun ucuyla yumuşak toprağı eşeleyip bir mezar/yuva yapıyor kızın vesikalığına. Gömüyor fotoğrafı ve peşi sıra tabancayı da. İşi bitince bir sigara daha yakıyor. Kıpırdamadan seyrediyor etrafını, sesleri dinliyor. O an kimsenin aklında değil. Akrabaları, arkadaşları, aşkları, sanal dostları. Her gözden, her gönülden uzakta, kıryolunda. Kalkıp yürümeyi sürdürüyor kıryolu boyunca. Ve son eylemini geri aldı; oynatıcıdaki “geri” tuşuna basan titreyen bir parmağın pişmanlığıyla.



Taşrada zaman ağır akar. Usta bir cellatın çıt çıkarmadan boynunu alması gibi kurbanının, zaman da sessizce emer özünü yaşamın, yeşilliğin ve gülümseyen çocuk saflığının. Evrenin akan kanıdır zaman. Son damlası pıhtılaşacak derler ve duracak. Ama ne önemi var şu an. İrun demiryolunu kesecek şekilde yattığında aklından geçenler bunlardı ve muhtemelen az sonra geçecek tren bedenini parçalarken, ray çeliğinin soğuğuna yasladığı boynu da tuhaf bir ürperti salgılıyordu, zaman adına düşüncelere dalmışken tam da zamansızca. Demiryolu yaklaşık bir metre yukardaydı zeminden; yığma toprağın üstüne yerleştirilmişti demiryolu işçileri tarafından. Yıllar önce bu emeklerinin karşılığını almışlar ve bu rayları unutmuş olmalıydılar çoktan. İrun hasır sepetini zemine, başı kopup yuvarlandığı zaman içine düşecek şekilde yerleştirmişti. Taşralı kız İvles gözü yaşlı beklemekteydi çalıların ardında olacakları. O’nu ikna etmesi çok zor olmuştu İrun’un. Ama olması gereken de buydu belki de. Hasır sepete düşecek baş, olacak İvles’e arkadaş” şeklinde bir tekerleme bile uydurmuşlardı. Olacakların korkunçluğunu bir hayli sulandıran ve dudaklarda tatlı bir tebessümünün yayılmasına yol açan ya da açacak olan bu tekerlemenin şirinliği aynı zaman da biraz da korkunçtu. Çünkü “olacakların korkunçluğu”nu kardeş payı şeklinde bölüşmüştü.



Tren’in gelmesine 12 dakika vardı ve İrun gökyüzünü seyrederken aklından geçenleri bilebilmek için bütün servetini vermeye hazır para babaları da vardı kompartımanın “buisness class” bölümünde. Tuhaf değildi bu dededen aristokrattılar ve paraları olduğu kadar kültürleri de kabarıktı. Bu tuhaf kabarıklık çoğu kere de kendilerini kötü durumlara düşürmüyor da değildi ama olurdu o kadar. Ve kültürün, sıra dışılığın kokusunu alan ve bir av köpeği gibi onları kaynağına taşıyan adamları da vardı ve işlerinden biri gencimizin yattığı rayların yanındaydı. Haber çabucak ulaştırıldı para ve kültür babalarına. Tren’i durdurup bu “olacakların korkunçluğu”nu engellemeliler miydi, yoksa her şeyi olduğu gibi kabul edip kendilerine bir kültür harmanı mı devşirmeliydiler? Danışmanları da vardı hazırda ve seçim için çok kısa bir sürede karar vermeleri gerekiyordu. Bu paragrafın son cümlesi “bu” olduğu için bunu hiç öğrenemeyeceğimiz ortada ve bu cümleyi elimden geldiği kadar uzatmaya çalışmama rağmen bilemeyeceğiz belli ki ve dilbilgisi kurallarını hiçe saymayı göze almama rağmen yine de…



Tren göründü. İvles gözlerini kapadı, İrun da kapadı. Son gördüğü şey kızıl gökyüzünü örten tuhaf bir karanlık oldu. Büyük bir gürültüyle çöktü üstüne ve basarak hayallerinin üstüne, zamanı işlevselleştirdi. İvles trenin uzaklaştığını kulaklarına onaylattıktan sonra koşarak hasır sepetin yanına geldi. Beş parmak kanın içinde güzel bir baş kendine gülümsüyordu. Tepesine çöken bu karabasandan sonra İrun da gördüğü sevgilisinin siması hep aklında, sıcacık son nefesini saldı.



Kıryolundan gelen adam, demiryoluyla kesişen yerinde kıryolunun, durdu. Demiryolunu takip etmeye başladı. Az ötede fazlasıyla kan gördü ve sonra başsız, parçalanmış bir beden, az aşağısında bir hasır sepet başında ağlayan bir genç kız. Yanlarına vardı. Sepette sonsuz bir mutlulukla bakan gencin güzel yüzünü gördü. İçi tuhaf bir mutlulukla doldu. Ölmek için müthiş bir istek duydu içinde. Kız ağlamaklı adamın yüzüne baktı. Elini uzattı adam, kızı kaldırdı. Sepeti koluna taktı kız. Adamımızın kolunda da piknik sepeti vardı. Kızın kolundaki bol kanlı hasır sepetten kan damlaya damlaya, Hansel ve Gretel gibi iz bırakarak tren yolundan da, kıryolundan da çıktılar. Başka bir yön çizdiler kendilerine. Ormanın derinliklerine doğru, güneşin ve mutluluğun girmekte zorlandığı daha bilgece bir yere doğru yürüdüler. Orada onları korku, ümitsizlik, keder ve sonunda da ölüm bekliyordu ama onlar buna hazırlıklı ve istekliydiler.



Adam piknik için tecrübeli sayılırdı artık. Güzelce açtı çarşafı. Kızın fotoğrafı, yiyecekler, şarap güzelce yerleştirildi. Kız da sevgilisinin kellesini usulca, incitmekten korkarak hasır sepetinden çıkardı. Karşısına, kendine bakacak şekilde yerleştirdi. Kayıplarının birleşiminden doğan yeni eksiklik duygusu, yeni birlikteliğin etkisiyle başkalaşım geçirdi. Havaya tuhaf bir neşe keder karışımı bir sıcak dalga yayıldı. Havayı kokladı adam ve peşi sıra kız da aynı etkiyi hissetti. Karşılıklı gülümsediler.



Küçük teybini çıkardı adam. Önce Erkan Oğur’dan “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım” çaldı, peşinden Death’den “The Philosopher” ve yine Death’den “Symbolic” çalıyordu ki, adam tuhaf gülümsemesini hiç bozmadan, kızın yüzünde yansıyan, tabancasını çıkarıp alnına dayayarak birden ateşleyiverdi. Parça hala çalıyordu. Kız kesik bir çığlık atıp adamın yattığı yere iyice yanaştı. Zorlukla fısıldadı adam: “Seni bir kez canlı gördüm ya, bu bana yetti” dedi ve son nefesi sıcak ve huzurlu kan eşliğinde akciğerlerinden boşaldı.



Alışmıştı kız artık ölümlere. Gözyaşını silip doğruldu. Adamın elindeki kızın fotoğrafına bakıp gülümsedi. Bu gülümsemedeki kararlılık ona ömür boyu yetecekti.



Dostoyevski : http://www.dusle.com/icerik/index.php?p=61&kt=2

PARABOL

Dünyanın en zengin adamlarından biriydi. Kendi gökdeleninin çatısına çıktığında, asfaltta kendi tuttuğu otuza yakın kiralık katil kendine bakıyordu. Yanındaki iri otuza yakın, içi para dolu çuvalları tek tek aşağı atmaya başladı. Her bir katil işine düşkün, sözlerine güvenilir, erdemli kişilerdi. İşi yapmadan parayı almaları söz konusu olamazdı. Üç dört katil çuvallara göz kulak olmak için aşağıda kalırken, kalanlar koşarak binaya daldılar. Zengin adam aşağı atlamadan bu işi kendileri bitirmek zorundaydı.

Adam bir sigara yakıp dumanını keyifle savurdu, bulutlara yakın olduğu bu zirvede. Soğuktu da ve iliklerine işleyen rüzgâr kendini hem titretiyor hem de sallıyordu. Tutunmasa hemencecik düşecekti.

Katillerin bir kısmı asansörle, kalan kısmı son hızla merdivenlerden ulaşmaya çalışıyorlardı çatıya. Merdivenlerden çıkan katillerden biri çok yorulup pes etti. Merdivenlere çömelip cebinden bir vesikalık fotoğraf çıkardı. Yıllar önce öldürülmüş oğlu ve karısına baktı hüzünle. Ölümlerinden sorumlu olan adam şu an çatıdaydı ve bu işi yapmayı en çok o istiyor ve hak ediyordu. Parayı umursadığı yoktu.

Bir süre daha dinlenip merdivenlerde katil, doğruldu. Düşündü ve hızla aşağı inmeye başladı ve bu çok daha kısa sürdü. Aşağıdaydı şimdi ve zengin adamın aşağı düşüşünü görmek istiyordu. Arabasına doğru sabırla yürüyüp bagajdan beysbol sopasını alıp geri döndü. Hayatının atışını yapmak için sabırsızlanıyordu. Düşündüğü, zenginin yere çakılmasına bir metre kala, kafasını havadayken yapacağı vuruşla parçalamaktı.

O esnada bir helikopter göründü bulutların arasında. Tam da katiller çatıya iyice yaklaşmışken, zengin adamı helikoptere alıp havalandılar. “Bu iş o kadar kolay olmayacak, parayı hak etmeniz gerekir” diye bağırıp, alaycı bir gülümseme ile helikopterin kapısını kapattı zengin adam.




--------------------------------------------------------------------------------


Kardanadam’ın gözlerini kızgın demirle dağlarken delinin biri, birkaç çocuk yanına yaklaşıp alaycı gözlerle sordular: ”Kör ettin kardanadamı dayı. Yakıştı mı sana?”

Cevapladı dayı: “Aksine gözlerinin feri gitmişti, geri verdim ona. Bakın gülümsüyor bize.” Peşinden kardanadamın yüzüne oturtulmuş havucun altına, elindeki kızgın demirle bir yay çizdi, gülen ağız şeklinde. Zorla gülümsermiş gibi hüzünle bakıyordu şimdi kardanadam, dağlanmış göz çukurlarında bir varlık sorunsalı eşliğinde.

Bilge deli, bir kahkaha atıp, bir anda çekip çıkararak kardanadamın yüzündeki havucu ısırıverdi yarısına kadar. Yine aynı tuhaf kahkahayla havucun kalanını yerine geri takıp sözlerini tamamladı: “Burnu çok uzundu. Yüzünde devamlı yalancı ve yabancı bir bakış, pinokyoyu anımsatıyordu. Şimdi bize benzedi işte. Size, bana, insana.”

Karşıki binaların birinde, pencere kenarında yaşlı bir adam, elinde dürbünlü tüfeği ile tüm olanları görmüş ve duymuş bir şekilde nişan aldı kardanadamın kafasına önce. Sonra birden hedefi değiştirip hala o tuhaf kahkahasını atan adama nişanladı ve tetiği çekiverdi.

Kafası dağılan adamın beyninin parçaları, fışkıran kan ile beraber etrafa dağıldı. Ilık kan, kardanadamı hızla eritmeye başladı. Kardanadam'ın tepesinin ortasına fışkırıp birikmeye başlayan ılık kan, gövdeye doğru tuhaf ve hüzünlü bir çukur açarken, yarısı ısırılmış havuç da erimenin etkisiyle düşüverdi. Düşen havuçun altındaki gülümseme görüntüsünü veren derin yay, bir süre daha dayandı ve o da peşinden kızıla boyanıp yere aktı.




--------------------------------------------------------------------------------



Mermerin el kalitelisi. Pürüzsüz, kaygan, muhteşem renkler, o deli sertlik, titreten soğukluk. Odalardan birine özellikle döşenmiş. Üzerinde uyuduğunu söylediler, yoğun bakıma getirdiklerinde. Tırnaklarını geçirmeye çalışmış birinci sınıf mermere, gelmemek için. Zorla söküp almışlar. Hastalıktan, açlıktan ölmek üzereymiş. Hala titriyor.



Bütün işini mermerin üstünde görüyormuş. Odanın içinde bile yürüyerek değil, sürünerek geziyormuş, bütün bedeni ile mermeri hissedebilmek için. Genç kız duygusallığına yormak gerekir belki.



Hala titriyor. Yakınlarda ölmüş annesini sayıklıyor. Ateşi de var. İç organlarını kurtarmaya çalışıyoruz.



Teyzesi geldi az önce. Annesinin mezarından bahsetti, yakınlardaymış. Tuhaf bir merakla oraya gitmeye karar verdim. Aklıma gelen şey doğru mu acaba?



Çılgınca, pek çılgınca! Dehşet verici bir düşünce, ürkütücü bir istek. Annesinin mezar taşının mermeri ile üstünde süründüğü mermer aynı tip mermer. Ve amacı o mermer üstünde sürünüp ölerek, mermerden toprağa süzülerek mermerin toprağına kavuşmak. Tıpkı annesinin mermerden mezar taşının toprağı altında yatması gibi.

******************************************************************************

Jungfrukällan (1960) (The Virgin Spring) – Yön:Ingmar BERGMAN



13. yüzyılda Hıristiyanlığın henüz kırsala ulaşamadığı zamanlar. Soylular bu inancı benimsemişken, kırsalda hüküm süren paganizm. Saflığın sembolü soylu bir ailenin genç kızı kiliseye mum götürmek üzere yola çıkar. Uzun yolculuğunda geçeceği ormanda onu neler beklemektedir? Her şeye hükmeden güçlü Tanrı’nın dinine sarılmak onu tehlikelerden koruyacak mıdır? Hıristiyanlıkları koyulaştıkça, doğanın doğal dini paganizmden bilmeden arınmaları ve ayrılmaları üzerine, Tanrı Odin tarafından cezalandırılacaklar mıdır? Diğer taraftan, Tanrı Odin’in Pagan kulları her şeyi hafife alarak, daha özgür bir din önermesi mi getirmektedirler? Ya da Tanrı Odin’in onlar için hazırladığı, olması gereken sona doğru mu ilerlemektedirler? Tanrılar, dinler işbirliği yapmış olabilir mi? Ya da her Tanrı, kendi kullarını diğer Tanrı'ların kullarıyla mı sınıyor?