14 Haziran 2009 Pazar

PARABOL

Dünyanın en zengin adamlarından biriydi. Kendi gökdeleninin çatısına çıktığında, asfaltta kendi tuttuğu otuza yakın kiralık katil kendine bakıyordu. Yanındaki iri otuza yakın, içi para dolu çuvalları tek tek aşağı atmaya başladı. Her bir katil işine düşkün, sözlerine güvenilir, erdemli kişilerdi. İşi yapmadan parayı almaları söz konusu olamazdı. Üç dört katil çuvallara göz kulak olmak için aşağıda kalırken, kalanlar koşarak binaya daldılar. Zengin adam aşağı atlamadan bu işi kendileri bitirmek zorundaydı.

Adam bir sigara yakıp dumanını keyifle savurdu, bulutlara yakın olduğu bu zirvede. Soğuktu da ve iliklerine işleyen rüzgâr kendini hem titretiyor hem de sallıyordu. Tutunmasa hemencecik düşecekti.

Katillerin bir kısmı asansörle, kalan kısmı son hızla merdivenlerden ulaşmaya çalışıyorlardı çatıya. Merdivenlerden çıkan katillerden biri çok yorulup pes etti. Merdivenlere çömelip cebinden bir vesikalık fotoğraf çıkardı. Yıllar önce öldürülmüş oğlu ve karısına baktı hüzünle. Ölümlerinden sorumlu olan adam şu an çatıdaydı ve bu işi yapmayı en çok o istiyor ve hak ediyordu. Parayı umursadığı yoktu.

Bir süre daha dinlenip merdivenlerde katil, doğruldu. Düşündü ve hızla aşağı inmeye başladı ve bu çok daha kısa sürdü. Aşağıdaydı şimdi ve zengin adamın aşağı düşüşünü görmek istiyordu. Arabasına doğru sabırla yürüyüp bagajdan beysbol sopasını alıp geri döndü. Hayatının atışını yapmak için sabırsızlanıyordu. Düşündüğü, zenginin yere çakılmasına bir metre kala, kafasını havadayken yapacağı vuruşla parçalamaktı.

O esnada bir helikopter göründü bulutların arasında. Tam da katiller çatıya iyice yaklaşmışken, zengin adamı helikoptere alıp havalandılar. “Bu iş o kadar kolay olmayacak, parayı hak etmeniz gerekir” diye bağırıp, alaycı bir gülümseme ile helikopterin kapısını kapattı zengin adam.




--------------------------------------------------------------------------------


Kardanadam’ın gözlerini kızgın demirle dağlarken delinin biri, birkaç çocuk yanına yaklaşıp alaycı gözlerle sordular: ”Kör ettin kardanadamı dayı. Yakıştı mı sana?”

Cevapladı dayı: “Aksine gözlerinin feri gitmişti, geri verdim ona. Bakın gülümsüyor bize.” Peşinden kardanadamın yüzüne oturtulmuş havucun altına, elindeki kızgın demirle bir yay çizdi, gülen ağız şeklinde. Zorla gülümsermiş gibi hüzünle bakıyordu şimdi kardanadam, dağlanmış göz çukurlarında bir varlık sorunsalı eşliğinde.

Bilge deli, bir kahkaha atıp, bir anda çekip çıkararak kardanadamın yüzündeki havucu ısırıverdi yarısına kadar. Yine aynı tuhaf kahkahayla havucun kalanını yerine geri takıp sözlerini tamamladı: “Burnu çok uzundu. Yüzünde devamlı yalancı ve yabancı bir bakış, pinokyoyu anımsatıyordu. Şimdi bize benzedi işte. Size, bana, insana.”

Karşıki binaların birinde, pencere kenarında yaşlı bir adam, elinde dürbünlü tüfeği ile tüm olanları görmüş ve duymuş bir şekilde nişan aldı kardanadamın kafasına önce. Sonra birden hedefi değiştirip hala o tuhaf kahkahasını atan adama nişanladı ve tetiği çekiverdi.

Kafası dağılan adamın beyninin parçaları, fışkıran kan ile beraber etrafa dağıldı. Ilık kan, kardanadamı hızla eritmeye başladı. Kardanadam'ın tepesinin ortasına fışkırıp birikmeye başlayan ılık kan, gövdeye doğru tuhaf ve hüzünlü bir çukur açarken, yarısı ısırılmış havuç da erimenin etkisiyle düşüverdi. Düşen havuçun altındaki gülümseme görüntüsünü veren derin yay, bir süre daha dayandı ve o da peşinden kızıla boyanıp yere aktı.




--------------------------------------------------------------------------------



Mermerin el kalitelisi. Pürüzsüz, kaygan, muhteşem renkler, o deli sertlik, titreten soğukluk. Odalardan birine özellikle döşenmiş. Üzerinde uyuduğunu söylediler, yoğun bakıma getirdiklerinde. Tırnaklarını geçirmeye çalışmış birinci sınıf mermere, gelmemek için. Zorla söküp almışlar. Hastalıktan, açlıktan ölmek üzereymiş. Hala titriyor.



Bütün işini mermerin üstünde görüyormuş. Odanın içinde bile yürüyerek değil, sürünerek geziyormuş, bütün bedeni ile mermeri hissedebilmek için. Genç kız duygusallığına yormak gerekir belki.



Hala titriyor. Yakınlarda ölmüş annesini sayıklıyor. Ateşi de var. İç organlarını kurtarmaya çalışıyoruz.



Teyzesi geldi az önce. Annesinin mezarından bahsetti, yakınlardaymış. Tuhaf bir merakla oraya gitmeye karar verdim. Aklıma gelen şey doğru mu acaba?



Çılgınca, pek çılgınca! Dehşet verici bir düşünce, ürkütücü bir istek. Annesinin mezar taşının mermeri ile üstünde süründüğü mermer aynı tip mermer. Ve amacı o mermer üstünde sürünüp ölerek, mermerden toprağa süzülerek mermerin toprağına kavuşmak. Tıpkı annesinin mermerden mezar taşının toprağı altında yatması gibi.

******************************************************************************

Jungfrukällan (1960) (The Virgin Spring) – Yön:Ingmar BERGMAN



13. yüzyılda Hıristiyanlığın henüz kırsala ulaşamadığı zamanlar. Soylular bu inancı benimsemişken, kırsalda hüküm süren paganizm. Saflığın sembolü soylu bir ailenin genç kızı kiliseye mum götürmek üzere yola çıkar. Uzun yolculuğunda geçeceği ormanda onu neler beklemektedir? Her şeye hükmeden güçlü Tanrı’nın dinine sarılmak onu tehlikelerden koruyacak mıdır? Hıristiyanlıkları koyulaştıkça, doğanın doğal dini paganizmden bilmeden arınmaları ve ayrılmaları üzerine, Tanrı Odin tarafından cezalandırılacaklar mıdır? Diğer taraftan, Tanrı Odin’in Pagan kulları her şeyi hafife alarak, daha özgür bir din önermesi mi getirmektedirler? Ya da Tanrı Odin’in onlar için hazırladığı, olması gereken sona doğru mu ilerlemektedirler? Tanrılar, dinler işbirliği yapmış olabilir mi? Ya da her Tanrı, kendi kullarını diğer Tanrı'ların kullarıyla mı sınıyor?

Hiç yorum yok: