31 Ocak 2017 Salı

SİMGELER ORMANI

Gerçekten kitapsız kalmıştım. Bulduğu izmaritleri içen tiryakiler gibi, tezgahta 1 Ytl’lik ne varsa alıp okuyordum. Genelde elime bile almayacağım şeylerdi ama o anlarda Borges gibiydiler. 3 gündür açtım ve cebimde son bir teklik vardı. Simit mi almalıydım yoksa bir kitap daha mı? Kitabı seçtim, okurken bayılmışım....... Çağrıldığı karanlık kuyulara yaklaşmıştı. Sesler hala kederli, acılı ve bir an önce ulaşmasını ister türdendi. Kuyulardan birinin kenarına iyice yaklaşıp kulak kabarttı. Hala çağırılıyordu ve sebebini bilmeden/düşünmeden –tuhaftı bu- şu ana kadar yürüyüşünü sürdürmüştü. Karanlık, sesin dipsiz etkisi yapan derin kuyuya atlamalı mıydı? Düşünmeden atlamalıydı belki de. Atladı da, sevgili okur. Onu çağıran senin sesindi biliyorsun. Olmasını istediğin, kahramanlardan alınan öçe ortak olarak keyiflendiğin anlardan biriydi işte. Ahlakdışı hazların salınıp durduğu, ağırlaşmış havanın yaşamı ve canlılığı diz seviyesine çektiği bu uzay-zaman diliminde, kuyuya çok önceleri atılmış/ittirilmiş, kokmuş cesetlerin arasında keyifle yatıp dolunayı seyretmenin keyfine de diyecek yoktu belki, senin adına......... Üstteki paragrafta yer alan kuyulardan birini ateşe veren genç adam, ateşe yaklaşıp keyifle bir Uzun 2000 yakıyor. Taş toplamaya çıkmış bir astronot o an, çarpışıyor annesine çiçek toplamaya çıkmış bir kızla. Kavgaya tutuşuyorlar. Uzun 2000 içen adam keyifle kavgayı seyrediyor. Dövüşe dövüşe alevli kuyuya kadar yaklaşıyorlar, birbirlerini çekip kuyuya düşüveriyorlar. Et kokusu rahatsız ediyor genç adamı. Söylenerek uzaklaşıyor, sigarasını keyifle tüttürebileceği nezih ve aydınlık bir ortama doğru............ İlk paragrafta aç karnına kitap okurken bayılan genç adam, tam da bu satırları okurken kendinden geçmişti. Yazının bittiği yere kadar gelip bayılmıştı. Bu satırları okurken ne kadar da şaşırmıştır değil mi? İlk paragrafı bu öykünün üstüne not aldığını/kendi kurşun kalemi ile yazdığını fark etmiş olmalısın okuyucu. Yazı daha bitmediğine göre buraları da okudu. Şaşkınlığı daha da büyümüştür değil mi o an? Ama o an diyoruz, O okurken o an gerçekleşen, şimdiki zaman kullanmamız gerekmez miydi? Bence buralara kadar dayanamamıştır. Ortalarda bir yerlerde bayılmıştır. Kati olarak eminiz ki, yazının sonuna kadar okumuş, öyle bayılmış. O zaman O’na buradan bir mesaj verelim mi? ‘’Hemen kitabı bırak, bir şeyler ye, yoksa bayılacaksın’’ ........ Kendime geldim. Bayılacağımı anlamış, bunu da yazmıştım. Biri bana bir simit uzattı, şimdi iyiyim. Burada, beynimin içinde kendimleyim. Algılarımı, bilinçaltımı sıkı sıkıya kapadım. Dışarıdan gelecek müdahalelere karşı hazırlıklıyım da. Bayılmadan önce okuduğum öyküyü hatırlıyorum: Beynime girmeye çalışıyorlardı. Olağandışı hiçbir şey yok. Aynı bankta oturmaktayım ve mutluyum. Genel geçer bir mutluluk bu. Son okuduğum metin gerçekten de çok berbattı. Anlamaya çabalarken fazla enerji harcamış olmam bayılmamı hızlandırdı sanırım. Canı cehenneme bu ucuz, boktan metinlerin. Kimse okumadığından beş para etmiyorlar! Para verdim ama ve okuyacak başka bir şey de yok elimde. ........... Bütün ağır metinler aslında kendilerini tekrar ederler. Gramerine el koyulmuş dillerin bir kaçış yoludur bu. Sanal labirentlere girip izini kaybettirmek. Bedavaya elde edilmiş metinler üzerimizde bir basitlik etkisi yaratır, tuzaktır bu. Zenginler bertaraf edilir önce. Sonra teker teker diğerleri. En sonunda saf okuyucu kalır elimizde. Hak ettiğini alır. Şu an okumakta olduğun metin onlardan biri değil. Sabır, acı, fedakârlık kapılarını geçtikten sonra şaşırmaman için yazılmış, değersiz bir kılavuz. ............ Tepeye aydınlıkta çıktı, inerken hava kararmıştı. Tersini yapmayı yeğlerdi. Tepeye vardığında gün dönmek üzereydi. Frekans eğrisi gibi, birazcık bile dursa sistemi altüst edebilirdi. Bu satırlar, O’nun orada olma isteğini kuvvetlendiriyor hatta o isteği oluşturuyor. Kendini kelimelere bu kadar kaptırması hiçte iyi bir şey değil, değil mi? Okuyucu ile yazar arasında bu şekilde kalması/ezilmesi haksızlık. Ama bizim bu haksızlığı umursadığımız yok elbet. İşimizi yapıyoruz ve O’nu da kullanıyoruz. Bütün mesele bu. O veya başkası, fark etmez. Simidin güçlendirici etkisi. Against Widow – Amorphis- bilinçli veya bilinçsiz yapılan yazım hataları. Bütün bir kurguyu bozabilir mi? Kötü yazmak ve iştahla devam etmek. Size birisi dur demeli artık. Hala okuyor. Simidin irkiltici etkisi. Melancholy – Cemetery Of Scream- 1 YTL için yeterince okudun, bundan sonrası bedava. Ama bu durumda her şeye hazırlıklı olmalısın zavallı dostum. Hayatının son iki gününü karanlıkta, bilinçaltının kapanmış yaralarını kırbaçlamakla geçireceksin. Bir büyüğümüzün heykeli önünde kendine geldiğinde, üstünde başka birilerinin giysileri olacak. Sana göre daha küçük birinin, üstünde komik duracak belki ama o an o kadar zavallı görüneceksin ki, bu komikliğin –inan bana- kimseyi güldürmeyecek. Ve öleceksin. Simidin çıldırtıcı etkisi. Madhouse – Anthrax-.............. İki paragraf arasına astığım hamak. Güzel kabuslar görüp, dinlenmiş olarak kalkman için birebir. Hep aynı, yaşlı, korkunç kadını görüyor. Uyandığında -rüyasında uyandığında --rüya içinde rüya-- bir ağaç dibine oturmuş seni izliyor- Sonra yine dalıyorsun. Uzun bir yolculuktasın, geçmen gereken yolun uzağında seni bekliyor. Gitmeyi istediğin, düşlediğin yerlere çoktan varmış, seni bekliyor. Uyanıyorsun, aynı ağaç dibinde sana bakıyor. Niye korkuyorsun ki? Sana -bedenine- zarar veremez biliyorsun. Ama elle tutulamayan bütün güzellikleri senin için tatmış ve kurutmuş. Emin misin, bir kurtarıcıdır belki de. 15:51- 30.05.2008 . Beyninde bir hücre daha öldü, senin için topluyor. Kolundaki hasır sepetin içinde bütün ölü hücrelerin, kıpkızıl elmaların arasında. O'na asla yetişemezsin, biliyorsun. Herşeyi senin için, senden önce topluyor. Üzülmene, çökmene kıyamaz biliyorsun; mutlu olmana da. Bu yüzden hep senden önce orada. O hasır sepet senin için. Artık biliyorsun................. Flesh And The Power It Holds - DEATH.......... Yazılarıma geri dön. Word'un kılavuzluğu buraya kadardı. El sıkışıp ayrıldık. Artık noktadan sonraki ilk büyük harfler için 'caps lock'a basma ihtiyacı var. 'Caps Lock'a her bastığımda seni hatırlayacağım Word. Yola katırlarla devam ediyorum. Society - Eddie Wedder- (Into The Wild, soundtrack) Bensiz başının çaresine bakabilecek misin 'toplum' ? Eksikliğimi hissedecek misin? ''Sen varsan bir fazlayız'' mı diyorsun? Simidin kendinden geçirici etkisi. Haşhaş katkılı........... Yazar saçmala hakkını fazlasıyla kullanmış. Artık gitmem gerekiyor. Gülden Geçer Gönlüm -Düş Sokağı Sakinleri- ............ -------------------------------------------------------------------------------- Yırtık ayakkabılı kız çocuğu bedenini delik deşik etmiş mutfaktan gizlice aldığı bıçakla, bir gece vakti süzülmüş para babasının yatağına. Dalağını eline verip çıkmış geldiği gibi gizlice. Çamura basa basa, yırtık ayakkabılarından çoraplarına sıza sıza koşmuş. Kan sıçramış yüzüne, ama yağmur sökmüş almış, üstünde bırakmamış. Child İn Time – Deep Purple -------------------------------------------------------------------------------- “Ölmüştü. Sonsuza dek mi? Kim bilir? Şüphesiz, dinsel inançlar kadar ispritizma deneyleri de, ruhun ölümden sonra yaşamaya devam ettiğine dair kanıt gösteremiyor. Söyleyebileceğimiz tek şeyin, sanki bu hayata, önceki bir hayatta yüklenilmiş görevlerle adım atmışız gibi olup bittiği, yeryüzündeki yaşama koşullarımızda, iyilik yapmayı, incelikli, hatta terbiyeli davranmayı görev bilmemiz için hiçbir neden yok; aynı şekilde, ateist sanatçının örneğin ancak adının Vermeer olduğu bilinen, tanınmamaya mahkum bir sanatçının onca ustalık ve incelikle yaptığı o sarı duvar parçası gibi bir ayrıntıyı, ne kadar hayranlık uyandıracağı, kurtlar tarafından kemirilmiş bedeni açısından hiçbir önem taşımayacak olan bir ayrıntıyı yirmi kere baştan ele almayı görev sayması için de bir sebep yok. Şimdiki hayatta yaptırımı olmayan bütün bu görevler, iyilik, titizlik, fedakarlık temelleri üzerine kurulmuş, bizim dünyamızdan tamamen farklı, başka bir aleme aitmiş gibi görünmekte; belki de içinden çıkıp dünyamıza ayak bastığımız o aleme geri döneceğiz ve yeniden, kimin eseri olduğunu bilmeden, öyle öğretildiği için itaat ettiğimiz o bilinmez yasaların, her türlü derin zihinsel çalışmanın bizi yaklaştırdığı, sadece aptallar için –o da belki- görünmez olan yasaların hakimiyeti altında yaşayacağız...” Kayıp Zamanın İzinde / Mahpus - Marcel Proust Sessiz devrim sanki bu blog.. Devrim çoktan yapılmış, tüfekler gömülmüş, ateşler yakılmış, tavşanlar kızarmış, şaraplar içilmiş sanki. Bu yalpalamalar devrim sonrası bozulmanın işaretleri sanki. Sanki bu kadar geç farkına varmışız devrimin; neredeyse ömrünü tamamlamaya yakınken tadına varmışız... ***************************** büyük maksim gorki (yenikapı tren istasyonu yanı)********** ''Artık zehirli iğneler var genç'' dedi. Döndüm baktım Zeki abi. Elinde bir masum şiringa bana gülümsüyor. Sarıldım ellerine saygıyla öptüm. O esnada batıvermiş elime şiringa. Bütün saygım sevgim birden yok oluverdi. Bütün öfkemle bir yumruk salladım, canım Zeki abime. Koyu sakalı kızıl kana bulandı bir anda. Düştüğü yerden elinde şırınga hışımla üstüme atıldı. (çekim ölçeği : omuz çekim, 360 derece dolly) birbirimize kederle baktık. Şiringa hangimize saplanmıştı?********** *******BLOGUMUN ADINI TOM KOYDUM Kılık değiştirip belediye itlaf masasından gelmişler, Bloguma zehirli kıymalı ekmek vermişler, Oyy canına yandığım, zehirli kıymalı ekmek oyy, Silinsin istemişler yeryzünden oyy, yeryüzünden, Blogumun gırtlağına bıçak dayayıp, oyy dayayıp, Dayandım itlaf masasının kapısına oyy, kapısına, Öyle olmaz oyy, dedim, böyle olur oyy, O anda attı blogum içindeki zehiri oyy, zehiri oyy, Bütün itlaf masası çalışanlarının üstüne oyyy, Kıymalı zehirli ekmek oldu oyy, her yer oyy, Bumerang gibi, gitti sahibini buldu oyy, Buna benzer bir atasözü vardı, hatırlayamadım oyyy… (bu şiir 6 saat içinde kendini yok edecektir.. Güngören Belediye Parkı 02.08.2008) Dip not : 30 sene önce zehirli kıymalı ekmek verilerek öldürülen köpeğim Tom’a ithaf edilmiştir. Şimdi yaşasaydı 32 yaşında olacaktı..*********** *********Lacost – Alligator – Timsah Sahte Lacost tişörtüm üstümde, bataklıktayım. Timsahlara hava atmaktayım. Birinin başını okşamak için kolumu uzatıyorum, dirsekten kaptırıyorum. Kan kaybediyorum ama aldırmıyorum. Kanımın kokusu bataklık sineklerini çekiyor. Bütün korkularımdan arınmış bataklığa giriyorum. Kanlı bir hasır sepet süzülerek gelmekte bana doğru; içinde bir yaralı bebekle birlikte. Boynuma kadar batmadan önce sağlam kolumla bataklığın dışına fırlatmayı başarıyorum bebeği. Annesinin ağlamalarını duyuyorum, yaklaşmaktalar bataklığa. Gözlerimin izasında şimdi. ******** Kafamda bir sıcaklık uyanıyorum. Güneşlenirken uyuyakalmışım. Şezlongumda ters dönüp buzlu kokteylimden bir yudum alıyorum. Kendimi havuzun serin suyuna bırakıyorum. Bir plastik timsaha binmiş turist çocuk arkamdan yaklaşıp beni korkutuyor, gülüşüyoruz. ******* Sarmal yaylarla sarmalanmış döşeğimde bir ben, bir de iç sesim geceyi dinliyoruz. Bütün turistler 22:00 – 23:30 arası %50 ucuz içkiden sarhoş. Bir sigara yakıp yatağımda doğruluyorum. Cama doğru yürüyüp kederle açıyorum. 10 metre altımda, barda delicesine eğleniyorlar. Bir an burada bulunma amacımdan vazgeçip aralarına katılmak istiyorum. Kederim katlanıyor. Çantamı dolaptan çıkarıp usulca açıyorum: 4 tane el bombası.****** Üçünü alıp camın önüne yürüyorum tekrar. Defalarca yaptığım tekrarlardan usanmış, aynı anda üçünün de pimini çekip boşluğa bırakıyorum. Sonucu görmeden dönüp son el bombasını da bir kırmızı kuşağın arasına koyup kuşağı alnıma doluyorum. Gözlerimi kapattığımda hayatım gözlerimin önünden geçiyor: Kanlı bir hasır sepette bebekliğim, bataklıkta seçemediğim birine doğru süzülüyor. Beni yakalamasına ramak kala pimi çekiveriyorum.******* İçi boş üç el bombası, sabaha karşı oyuncak oluyor turist çocuklara...***** *******Uzun, lacivert bir asfalt düşlüyorum. Bir otobüsün koltuğunda uyuklayan 'eski ben'i bana getiriyor düşlediğim yoldan. Yazın son akşamüstleri, bir bozkır tepeye uzanmış, ışıkları yeni yeni yanmaya başlayan derme çatma evleri seyrediyorum. Küçük bir kız çocuğu yemeğini yeni yemiş, elinde bir bardak çay ile bana doğru geliyor. Ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra.***** Bütün okunmuş cümlelerim, belleklerin çorak zeminine düşmüş çürümüş yapraklar gibi yatmakta. Bir tazelenme hissi ve tekrar yeşillenmeleri adına belleklerin çorak zeminlerinin ve üstündekilerin, tekrar üstünden geçiyorum cümlelerimin. ******* ******Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. ****** ******Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.''****** *****Ağır atlar zamanı. Kurşun gibi ağır atlar fili alır. Sucukçu vezir bu anı kollamaktadır. Bekletmeden alır ağır siyah atı ve keser sur dibinde. Ağır siyah atın ağır kokulu kanı sıvar sur duvarlarını. Tuhaf bir coşku yayılır bütün bünyelere, şölen ateşi yakılır. Kör bıçaklı kasaplar gözleri bağlı olduğu halde, birbirlerini yaralamaya çalışır kahkahalar eşliğinde. Deliliğin sınırlarını aştın mı tadından yenmez olur hayat. Tadından yenmez.***** ********Bu son dostum. Artık eve dönme vakti, Cennete. Babamızın kovulduğu yere. Bizi kapıda boyunlarında çiçeklerle yerli kızlar karşılayacak. Vurduğumuz adamların kızları. Her birimizin boynuna çiçekler takacaklar. Ve biz yanlış kapıda olduğumuzu anladığımızda, boyunlarımızdakinin dikenli tel olduğunu da anlayacağız.****** *****Bir tavşan öldürdüm, kızıl bir tavşan. Son nefesini verirken yetiştim, eğildim dudaklarına fısıltısını dinledim: ''Tam da komünizmi getirmek üzereydim...''**** ********HAFIZA: Tasavvur edilen şeyler doğru olsun. Bütün herkes inansın. Bütün herkes tutkularına gülsün. Çünkü, tutku dedikleri şey ruhsal bir enerji değil, sadece ruh ve dış dünya arasında bir ihtilaf. Ve ilk olarak kendilerine inanmalarına izin verin. Onların çocuklar gibi çaresiz kalmasına izin ver. Çünkü zayıflık harika bir şeydir ve güç hiçbir şey değildir. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğü zamansa, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır. Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz. (STALKER'dan)******* - buradan mikrofonlarımıza ne söylemek istersiniz? - bütün dünya mikrofonları, birleşin!

25 Ocak 2017 Çarşamba

YAVRUSUNU YİYEN KUŞ

Sahtekar. Kesmeşekeri ikiye bölen. Kalpazan. Madeni parayı dişiyle bükebilen. Kalleş. (Judas) İsa'yı ispiyonlayan, şeytan ve cinlerle musallat edilen. Traveternlerden düşmüş ölü bir kızı gömdük. Çok eğlenceliydi. Düştüğünde ölmüştü. Pamukkalede pamuk şekeri yerken boğulduğunu açıkladı adli tıp. Otopsiye ben de girmek istememe rağmen bırakmadılar. İki görevliyi etkisiz hale getirip içeri girmeyi başarsam da o bölüme girmeye cesaret edemedim. Kesik bir kafanın boyun kısmında pamuk şekerciklerini ayıklayan çatlak bir doktor kafamda gezindi durdu. Sonra beni yakalayıp uzun beyaz bir gömlek giydirdiler. Sünnet olurken bunlardan bir tane giymiştim. Altımda don da yoktu ki o zaman, bu zaten prosedür gereği imişmiş. Akıl hastanesine kapatılmamın akabinde deli taklidi yapmakta epey zorlandım. Bütün deliler akıllı taklidi yapmaya çalışırken bu oldukça zordu. Kafamı usturaya vurdular. Buraya bu şekilde gelmem Fenere gelen Roberto Carlos etkisi yaptı. Orta yaş güzeli ve bunalımı güzel ve asabi hemşire Jennifer bize çok çektiriyor. O'na Baudrillard'dan bahsettim. Meşhur simülasyon kuramından. ''Sen tam bir delisin'' dedi. Bu hoşuma gitti. Demek ki numaram tutacak. Bir gün sonra bu simülasyon kuramını biraz daha açmamı istedi. Tedirgin oldum. Açıkçası çok şey bilmiyordum ve anlattıklarımın yarısı sallamasyondu. Ama bildiklerimi ve bilmediklerimi ustaca kaynaştırmayı başardım. Nihayetinde benim diğerlerilerinden ayrı bir bölümde, en azılıların arasında kalmam gerektiğine hükmetti. Bunu beklemiyordum... (go on man) ********************************************************************************* ''Elektrik telleri yazın genleşir ve uzar'' derdi elektrik hocamız. ''bundandır o güzel yaz günlerinin sıcağında hafif sarkmaları.'' Hocamızın rakı saati gelmişti, bir an masanın altına girip bir fırt çekip devam etti: ''Kışın ise soğuktan sıkılaşır ve kısalır ki, karlı kış gecelerinde sobalı evlerimizde kestane patlatırken bu sıkılaşma ve kısalma daha bir seyredilir olur.'' Tekrar masa altı ve bir fırt daha. Aynı anda ben de sıranın altına sinip kanyağımdan bir fırt çekiyorum. Lise hayatı devam edip gidiyordu bu şekilde. Bunu Beklemiyorduk: Mumları üflemişti ki, ki 30 küsur mum bir anda sönüverince nefesinin ne kadar kuvvetli olduğundan bahsedip gülüşmüştük. İçeri O girdi. Pastayı kesmek isteyen kızı yana ittirip cebinden bir ustura çıkardı. Küçük, güzel bir dilim kesip, doğum gününü kutladığımız arkadaşa yedirdi. Pasta, arkadaşımızın dilinde yumuşacık, nefis bir etki bırakıp mideye inmek üzereyken, yeni gelen arkadaş bu eyleme izin vermeyip, elindeki usturayla doğum günü adamımızın gırtlağını kesiverdi. Kanla karışık, çiğnenmiş pasta karşısında durmakta olan sevgilisinin yüzüne sıvandı. Şok ve dehşet içindeydik. (İlham'ın alındığı yer: 'Eastern Promises') ........................... Serhan Ada: 2000 yılında Jean Nouvel’la yaptığınız röportajda Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri için: “New York’un ruhunu en radikal biçim: dikey formda yansıttıyor, kuleler iki delikli kart (punch tape) gibi gözüküyor, birbirlerinin klonları. Şehrin bittiği yer ama çok iyi bir son oluşturuyor. Mimarisi hem bitiş olduğunu hem de bitişin başarıyla sonuçlandığını söylüyor.” demiştiniz. O zaman mimari çevrelerin buna tepkisi nasıl oldu? ............................ http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=13491 J.Baudrillard bu tuhaf ve karanlık yorumu, kuleler indirilmeden önce yapıyor, 2000 yılında. ********************************* ............................ 5. Sonra Lyotard'ın, ressam Monory için yazdığı bir yazıda, 'modern özne' ile 'temsil' fikrine yönelik eleştirisini dile getirirken kullandığı bir Borges öyküsüne geçer. Bu öyküde şöyle bir olay anlatılmaktadır: " Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece, ayna halkı dünyayı işgal eder. Çıkan savaşın sonunda, Sarı Sultan'ın büyü gücü sayesinde ayna halkı alt edilir. Sarı Sultan, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı, insanların kölesi, yansımalardır. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır" ............................... ************************************************* **************************************** Yüksek sesle sert müzik dinlemekten, çocuk denilebilecek yaşta, kulak kiri basmıştı beyninin her yanını ve bu O’nu gerçek anlamda hasta etmişti. 3 gün yattıktan sonra bir KBB’cıya gitmeyi akıl etti. Bir gün önce annesi Yenimahalle Sigorta Hastanesine götürmüştü ama o kadar kalabalıktı ki annesini geride bırakıp eve kaçmıştı. Dışarıda pek fazla duramıyor, bunalıyordu. Açık hava hiç yaramıyordu. Güneş, tatlı rüzgâr, denizin parıltısı ve daha birçok insana yaşama sevinci veren şey… Trende gerisin geri dönerken Pink Floyd’un birkaç parçasını tekrar dinlemek için yanıp tutuşuyordu. Daha 15 yaşındaydı, bol sivilceli, kısa boylu, sevimsiz bir çocuk. Bol kompleks, bol nefretin içinde bir tatlı kaşığı sevgi serpiştirilmiş, bir tatlı kaşığı. Pek konuşmazdı, isteseydi de O’nun konuşmak isteyeceği şeyleri konuşmak isteyen, bilen birileri hiç etrafında olmadı. Mezarlıklara gitmeyi, orada mırıldanmayı severdi. Özellikle yağmurlu, soğuk akşamüstleri, akşam ezanı okunmaya yakın. Kimsenin dışarı çıkamadığı karlı bir akşamüstü –şu meşhur 87 İstanbul kışı- 20 dakikalık yol yürüyüp, walkmanında Doors –Riders On The Storm- mezarlığa bembeyaz ulaşmış, ağlayarak tuhaf, belki de değersiz sırlarını 32 yaşında ölen bir kadının mezarına çöküp anlatmış, anlattıkça kendinden geçmişti. Kolları dirseklerine kadar kadının yattığı toprağa gömülü olduğu halde kendine gelmişti. Biraz daha öyle dursaydı tatlı bir ölüm O’nu bekliyor olacaktı. Ölmek için daha güzel bir zaman ve mekân olamazdı belki de. KBB’cı hala kulakları temizliyor, bu kadar uzun süreceğini düşünmüyordu. — Hiç bu kadar kulak kiri görmemiştim daha önce. — Meslek yaşantınız boyunca, burada mı? Buraya gelmeye parası yetmeyenlerin arasından yüzlercesi çıkar. — Beni onlara götürür müsün? — Bu bir dönüşümün işareti ise, evet. — Evet, bu bir dönüşümün işareti. O önlerinde, doktor ve asistanı çamurlu ve dar sokaklara daldılar. Tuhaf, tatlı ve terletici bir yokuş onları bekliyordu. Yokuşu adımladıkça, yol daha bir daralıyor, umutlar azalıyor, yorgunluk artıyor ve boğucu bir ter kokusu havaya yayılıyordu. Havayı dağıtmak adına doktor kulağına bir şey fısıldadı: ‘‘Sana bir meslek sırrı vereyim. Barış Manço’nun niye saçları uzun? Çünkü kulakları yok.’’ Doktor yokuşun yarısına kadar dayanabilmiş, kafayı yemişti. Asistan kız ise çoktan sıvışmıştı. Gizli bir el, kulak kirlerine dokunulmasını istemiyordu. Doktor sırılsıklam kaldırıma çöküp bir Kent yaktı. İki nefes çekip mırıldandı: ‘’Beni buraya göm. İleri gidemezsem, geri de dönemem. Beni Araf’ta canlı bırakma. Beni bu serum lastiğiyle boğ ve buraya göm.’’ Çok sıcaktı ve doktorun kulakları akıyordu. Balmumu kıvamında kulak kiri ve bütün temizlediği kulakların kiri akmaya başlamıştı yokuştan aşağı doğru. Kaçabilen canını kurtarıyordu. Artık nefes almıyordu. Gözlerini kapatarak dudağındaki kaliteli sigarayı alıp birkaç nefes çekti. Sanki artık her şey daha bir katlanılırdı. Tepeye varabilirse O’nu bir aşk caddesi, caddenin en güzel yerinde de bir Whisky Bar bekliyor olacaktı. (Not to touch the Earth) Kafayı yemiş manyak adamların ve onların koltuk altlarına girmiş zeki ve güzel kızların arasından sıyrılıp sahneye doğru yaklaştı. Kendinden geçmiş genç bir adam şarkı söylüyordu: Kertenkele Kral. Ucla Sinema Okulundan mezun olmuştu ve okul arkadaşları Coppola ve Lucas gibi yönetmen olmayı seçmemişti. O’nu gördüğüne hala inanamıyordu. Kulaklarında ‘‘Summer’s Almost Gone’’ın tatlı melodisi, gözlerini tuhaf bir beyazlığa açtı birdenbire. Soğuktan titremesine rağmen içine ılık bir yaşama isteği akıyor, bu da O’nu şimdilik canlı tutuyordu. Genç yaşta ölmüş kadının mezarına kapaklanmış bir halde gözlerini açtığında bunlar oluyordu dünyasında. Ve yaşadıklarını paylaşacak birileri yoktu henüz etrafında. Bir İspanyol karavanında, yaşlı bir ayyaşın güzel karısının kollarında aşkı ve coşkuyu düşlerken yaşlanmak ve iki onyıl sonra karavandan çıkıp aynı mezarlığa dönmek ve karavandaki o güzel kadını o kapaklandığı mezarda yatıyor bulmak kadar da acı verici bir şey olamazdı belki de. *************************************************************** *****************************************