8 Mart 2017 Çarşamba

HEPİMİZ TEHLİKEDEYİZ

O anda herkesi korkutup, iğrendiren olay gerçekleşti: Pasta aldıkları bölümün hemen sağındaki tuvaletten, kedi büyüklüğünde bir lağım faresi hızla dışarı fırladı. Kendini aniden aydınlık ve sıcak bir ortamda buluvermesinden olsa gerek, hareketlerini ağırlaştırıp, güzelce bir silkelendi. Fareyi görmekte gecikmiş mini etekli bir kız, farenin silkelenmesiyle lağım suyu damlacıklarını bacaklarında hissedince korkunç, canını alacaklarmış gibi bir çığlık attı. Yerinden kıpırdayamıyor, dehşetle açılmış gözleriyle fareye bakarken, elleriyle de kafasını yanlardan iyice kavrayarak, belki de aklının çıkmamasına çalışıyordu. Fare durumdan hiç etkilenmemiş gibi ağırca, dükkanların büyüklüğüne göre parmaklıklarla bölünmüş oturma bölümlerinden birine, en yakınındakine, İ….’le M…..’in ve de tombul ailenin oturduğu bölüme doğru yaklaşıyordu şimdi. O bölümdekiler, korkuyla, iğrenerek köşeye kadar çekildiler. 

Sadece İ...... yerinden kıpırdamamış, hiçbir şey olmamış gibi pastasını bitirmekle meşguldü. Askerde çöp araç komutanı olduğundan böyle büyük iri farelere, hatta daha iğrençlerine oldukça alışıktı. Sabah bütün alayın, subay lojmanlarının çöplerini toplarlar, alayın oldukça uzağındaki çöplüğe çöpleri çabucak boşalttıktan sonra koca çöplükte 3-4 asker bir başlarına kalırlar, etraflarında cirit atan farelere aldırmadan, birbirlerine hayatlarını, amaçlarını bulundukları yerin tuhaflığına alışmış gözlerle anlatır, anlatır bitiremezlerdi. Görevlerini başarıyla yerine getirmiş, binbir çeşit ürünün sarmalandığı içi boşaltılmış ambalajlar, subay çocuklarının biraz oynayıp sıkıldığı, peşinden değişik bir heyecan duymak için bir taraflarını kırıp koparttıkları türlü oyuncaklar, (çolak bebekler, kafaları kesilmiş kurşun askerler, kurma kolu bozulmuş arabalar, tüyleri yolunmuş, yakılmış ayılar vs.) yemek artıkları, kokmuş çoraplar, parçalanmış defterler, biraz okunup kaderine terk edilmiş kitaplar ve akla gelebilecek daha bir çok şeyden oluşmuş çöplükte; kışın kah ateş yakıp, kah kamyonun dar ön paneline doluşurlar, yazın da dayanılmaz kokuya tahammül edebildikleri ölçüde etrafta dolanır, peşinden alaya dönerlerdi. Çöplerin döküldüğü geniş alanın yukarısındaki tepenin ardında bir domuz çiftliği bile vardı. Bazen tepede oturup domuzları, domuzlardan daha kötü görünümlü bezgin iki bakıcıyı seyrederler; diğerleri sıkılıp aşağı dönünce İ...... orada tek başına seyretmeye devam eder, başkalarının göremediği, anlamadığı şeyleri hissediyormuşçasına tuhaf şekiller alan suratını arada bir sıvazlayıp dalar giderdi. Orayla, hayatının o dönemiyle ilgili ve belki de şimdiye dek yaşadıklarıyla ilgili söylenebilecek en önemli şey ise belleğinde ısrarla taze tuttuğu, hala kalbini sızlatan, çöplükten geçimini sağlayan bir ailenin sarı saçlı, saz benizli, yeşil gözlü kızlarına tuhaf bir tutkuyla bağlanmasıydı. Kızı ilk, pasaklı, pasaklı olduğu ölçüde gözlerinin içi gülen küçük erkek kardeşinin elinden tutmuş bir halde yanına yaklaştıkları zaman görmüş, içinde çoktan yıkılmış bir şeylerin vücudunu titreterek canlanmaya çalıştıklarını hissetmişti. Kızın sıcak bir gülümsemeyle, tane tane konuşarak istediği şey, erkek kardeşinin üşümemesi için pisliğe bulanmamış parka türü bir şeydi. Hemencecik parkasını çıkarıp, çocuğun dar omuzlarına atmış, birkaç saatte olsun üşümemesini sağlayarak, sonraki günlerin birinde elinde tertemiz bir parkayla talihsiz yavruyu alabildiğine sevindirmişti. Küçük yavru sevinçle, o anda Avrupa baskılı atılmış moda dergilerinden birine dalmış ablasına koşmuş, genç kız kardeşini üstünde tertemiz, sıcacık tutan parkayla gördüğünde elindeki dergiyi nefretle fırlatıp atarak coşkuyla birbirlerine sarılmışlardı. Daha ilk karşılaşmalarında birbirlerine delice tutulmuşlar, bu ikinci görüşmelerinde bunu birbirlerine belli etmemek için acemice, böyle bir şey olması mümkün değilmişçesine bambaşka şeylerden kısaca konuşup ayrılmışlardı. Genç kız, üzerindeki eski, yamalı, yamalı olduğu ölçüde temiz, tertemiz giysisinden, çöplükte geçen hayatından utanmış olacak ki, konuşmayı bir an önce bitirip çöplüğün hemen yanındaki barakalarına koşup, kapıyı hızla çarpmış, bunun üzerine genç adam gözlerinin göremediği ama ruhuna vuran sıcaklığından, kızın bir yürek yangınına yakalandığını anlamıştı. Bir sonraki gün alaydan çöplüğe doğru hızla yol alırlarken, kalbi küt küt atıyor, gece bir arkadaşından satın aldığı gümüş kolyeyi kıza bir an önce vermek, yüzündeki sıcak gülümsemeyi tekrar görmek için sabırsızlanıyordu. Ama çöp aracı varacağı yere iyice yaklaşmışken barakayı olması gereken yerde göremeyince, hepsi birden şaşkınlıkla birbirlerinin yüzlerine bakmışlar, İ...... birden buz gibi soğuyan vücudunun tutulduğu titremeyi saklayamayarak ellerinin içiyle, alnıyla ön cama yapışmış kalmıştı. Araçtan indiklerinde etrafı kontrol eden bir belediye işçisi barakayı gece yıktıklarını, içindekilerin de şehir dışına çıkarıldıklarını söyleyince kendini tutamamış adama bir yumruk atmıştı. Arkasına bakmadan hızla diğerlerinin yanından uzaklaşmış, tepeye doğru gidip kederli gözlerle domuzlara dalıp gitmişti. Neden sonra kalkarken cebinden gümüş kolyeyi çıkarmış, usulca okşayıp öptükten sonra domuzların bulunduğu yere doğru fırlatmıştı. Bezgin bakıcı kadın bu harekete bir anlam verememiş, renksiz hayatına bir heyecan gelmişçesine kolyenin düştüğü yere domuzlarla beraber hamle yapıp onlardan önce kapıvermişti. 

 İ….. dışında, bir de tombul ailenin en küçük ferdi, şaşkınlıktan olsa gerek yerinden kıpırdayamamış, dili tutulmuş gibi bir şeyler geveleyerek sandalyesinde kalakalmıştı. Kadınlar kesik çığlıklar atıyor, bu “rezil ve iğrenç” duruma bir son verilmesi için bir temizlik görevlisi görebilmek umuduyla ağlamaklı, etrafa göz gezdiriyorlardı. Erkekler ise kafalarında “ısırır mı?” sorusunun cevabını veremediklerinden, bedenlerini kadınlarına siper etmişler boş bakışlarla, iri ve iğrenç farenin gelebilecek hamlesini bekliyorlardı. İri fare kaybedecek bir şeyi olmayacağını biliyormuşçasına, sanki biraz da hınzırca tombul yumurcağa doğru biraz daha yaklaştı. Bunun üzerine sevimli tombul dehşetle yerinden fırlayıp, pastasını bitirmiş ağzını silmekte olan İ......’in kucağına bütün ağırlığıyla atlayıverdi. Bu ani ve salakça hareket üzerine, İ...... bütün birikmiş öfkesini yumurcaktan çıkarmak istermiş gibi dişlerini sıkıp, üzerindeki şekilsiz ağırlığın sahibini yakalarından tutup silkeleyerek kenara fırlattı attı. 

O an sevimli, tatlı yumurcak, ne olduğunu anlamak istermiş gibi bakınmakta olan fareden daha iğrenç gözüküyordu gözüne. Hayatı boyunca sadece onu sevip, adını bile öğrenemediği kızın, küçük, ıslak gözlü erkek kardeşini hatırladı. Bir uçurumdan düştüğü, bu tombul yumurcak gibi yerde yaralı yatıp, ölmeden önce son bir kez bir insan yüzü görebilmek umuduyla bakındığı an, daha önce gerçekleşmişçesine gözünün önünde canlandı. Talihsiz yavru gözünün önündeki genç adamı göremiyor, orada yokmuş gibi son saniyelerinin can çabukluğuyla, yarasının izin verdiği kadar kafasını oynatarak görebileceği bir yüz arıyordu. 

Genç adam, ölmek üzere olan çocuğun yanaklarını ellerinin içiyle okşarken, tepkisiz gözlerle kendine bakmasına bir anlam veremeyip, kendi varlığından da şüpheye düşerek etrafına bakındı. Uçurumun altındaki iri kayaların birden silikleşip insan vücuduna dönüştüklerini hayretle gördü. Hepsi şaşkın gözlerle, taş gibi kıpırdamaksızın kendisine, avuçlarında öpüp kokladığı fareye bakıyorlardı. 2000 yılından..

  Taşrada Zaman: Dijital fotoğraf makinem elimde, yolumuzun az dışındaki bu köye uğruyoruz. Köy evleri, zaruri ihtiyaçların giderilebildiğini –ancak- gösteren, köye gelişigüzel yayılmış araç-gereç, vasıta, el yapımı iş gören parçalar, kavruk yüzlü yaşlılar, evren kurulalı beri bu olağandışı oluşumu kanıksamış insanlar. Güngörmüşlük bu olsa gerek. Onlardan çok önce bu yerlerde, aynı topraklarda yaşamış medeniyetlere methiyeler düzerken, bu insanları görmezden gelmek tuhaf ve acı verici. Küçük bir çocuk, elinde kuru ekmek derme çatma evin kapısından bana bakmakta. İlginç bir fotoğraf yakalama umuduyla makinemi siyah-beyaza alıp deklanşöre basmak üzereyken annesi çocuğu içeri çekip söyleniyor: ‘’Sizin küçük burjuva tatminsizliklerinize, basit oyalanmalarınıza alet olmayacağız. Bu şekilde değil, asla!’’



  Cinayet mahalline dönmeye çalışırken kaybolan şaşkın katil. Başka bir binaya dalar. Maktulun hala orada olduğunu ve tuhaf bir istekle kendini beklediğini düşünmektedir. Katil kurbanla bir kez daha –deneyim kazanmış olarak- birleşmek/katarsis ister. Yanlış yerde olduğunu bilmeden heyecanla merdivenleri çıkar. Kapının aralık olduğunu düşünmektedir. Yanlış yerde olduğunu anlar. O an bir kez daha ve belki de olması gerektiği gibi yaşayamayacağı bu eşsiz deneyimin eksikliğiyle kendini merdiven boşluğundan aşağı bırakır. Kapıcının köpeği ölmüş katilin başını koklar, yere yayılmakta olan kanını yalar. Öksürüp yattığı yere döner.



  Tabak yalayan hayvanlar: Tabağı yakalayabilirse yalar, emin olabilirsiniz. Ama kirli tabak sonuçta gereksiz tabaktır. Frizbi gibi atarım uzağa, hayvanım tam havada yakalayıp yalamak isterken tüfeğimle tabağı vururum. Hayvan tabağın kırık parçalarını yalarken dilini keser. Alt kat komşum baytardır. Balkondan aşağı atarım yakalar ve bakar. ‘’Ya yakalayamazsan hafız?’’ derim, ‘’baytarız biz abi, bizde çareler tükenmez’’ der. (Yakalama konusunda köpeğimden daha profesyonel olması, tabak yalamak konusunda da O'nu daha becerikli yapar -köpeğin kralı,  köpek muamelesi-)



  Kimliksizliğimden utanamayarak uzaklara baktım. Gitmek istiyordum ama nasıl? Dalgaları tek başıma, şafağa yakın dinlerken ve seyrederken bir karaltı gördüm dalgaların arasında. Ben denizin ufuk çizgisinde kaybolmak, aşıp gitmek isterken, tersine oradan bir karaltı karaya doğru yaklaşıyordu. İyice yaklaşınca bir denizkızı olduğunu gördüm. Ateş sönmeye yüz tutmuşken biraz geç kalmışlık da vardı. Bana ellerini uzattı, karaya çıkmak istiyordu. Yunus balığı gibi 'vıyk vıyk' sesleri de çıkarmasa romantizm doruktaydı. O'na gitar çaldım, kanyak içirdim. Kendinden geçmişti. Aç ve şehvetliydim. Ateş sönmeden çabucak belden aşağısını ayırıp nazik ve tatlı bedeninden, ateşte kızartıp yedim. İri ve kalın kılçıklar romantizmi biraz daha zedelemişti ama doymuştum ve sıra başka birşeye gelmişti...



  ''Dışımda koca bir evren, içimde koca bir evren. Aralarında daracık, tahta bir köprü beynim. İki inatçı keçinin tıkadığı diğer köprü beyinlerden farkım; yıpranmış köprümün üstünde bıraktığım çılgın aklım.'' Bir 20. Yüzyıl insanının mezartaşına çivi yazısıyla kazınmış sözler bunlar. Ben ve dostum Lamek, mezartaşları arasında dolaşmaya devam ediyoruz. Herşeyin olağan ve sıradan göründüğü bu yerde, toprak bir gizem perdesi gibi bilinmeyenle aramızı örtmüş yatıyor altımızda. Cesaretimiz aydınlıktan ödünç alınmış. Babamın mezarını arıyor gözlerim. Hala babam mı acaba? Bir sigara yaksam mezarının yanı başında, çürümüş bedeni ile üstüme yürümeye kalkar mı yine? Lamek babamın mezarını temizlerken, ben başka bir mezarın yanına çöküp ağlıyorum. Genç ölmüş bir kadın, 32 yaşında, Tahalem Zögkot. Ölüm sebebi yazmıyor. Hiç birinde yazmıyor ya, insan böyle genç ölen görünce sebebini düşünmekten kendini alamıyor. İçerde bir Virginia Woolf yatıyor olabilir mi? Düşüncenin uçsuz bucaksız evreninde, uzaklara kanat çırpmış bir beyaz güvercin. Bilinmeyene ulaşma çabasıyla, soluğu kesilmiş ve düşmüş belki. Kimbilir? Ya da bir mutfak kazası. Zamansız patlayan bir tüpün parçaladığı bir beden belki, altımızda yatan. Kötü kalpli bir kanserin, diri bir vücutta yayılma içgüdüsünden doğan bebek azrailin son dönem usta işlerinden biri mi? Lamek’in beni dürtmesiyle kendime geliyorum. “Açalım mı?” diyor. Olur anlamında başımı sallıyorum. Açtığımıza değiyor. Üç altın diş. Biri bana, biri Lamek’e, biri bekçiye...



  Elektriğe tercih ettiği titrek mum ışığının karşısına geçip oturdu. Cep radyosuna uzandı. Kısa dalga düğmesini çevirip, çok sevdiği Hint müziklerini dinlemeye koyuldu. Beynini uyuşturan bu tatlı melodiye eşlik eden güzel sesin sahibini hayal etmeye koyuldu. Orta yaşlı bir kadın olmalıydı. Yaptığı işten haz duyan, hayatla barışık, sevildiğini bilen bir kadın. Sesi güzelleştirmek adına olağanüstü çaba harcayan bu dudaklara iyice kulağını yaklaştırdı. Sesi emdikçe büyüyen kulağın deliğinden başını içeri sokan kadın, beğenilmek adına sesinin şiddetini daha da arttırıyor, kulak kirine bulanmış terli boynunu sıkıştığı yerde çevirmekte zorlanmıyordu. Kadın yorulup sustuğunda, kulak hızla küçülüp eski halini alıyor, kadının boğazından çıkarttığı hırıltılar kulak zarını tırmalıyordu. Uyandığında, gece epey yol almış, kendine kahramanca direnmeye çalışan mum alevini bir sağa bir sola vurup iyice bitkin düşürmüştü. Gecenin bir vakti istemeden uyanmaktan nefret ederdi. Söylenerek uzandığı kanepeden doğruldu. Mumun aleviyle bir sigara yakıp, dumanını muma doğru üfledi. Yorgun düşmüş cılız mum alevi direnemeden gecenin karanlığına karışıverdi. Dumanı içine çektikçe, sigaranın ucu koyu kırmızı kor oluyor, nefes alıp veren bir kalbe dönüşerek odadaki tek canlı unsur haline geliyordu. Yanan tütünün çıkarttığı ses, yerde gezinen hamamböceklerinin kıpırtılarına karışarak tuhaf bir ahenk oluşturuyordu. Birinin ayak parmaklarında gezindiğini hissetti. İçi ürperdi. Beyninin kendi varlığını unutması için hafızasına yağdırdığı komutlar işe yaramıyor, olanları bir türlü aklından çıkaramıyordu. Zaman erimiş kurşundan bir nehire dönüşmüş, akmamakta ısrar ediyordu sanki. Çıldırmasına ramak kalan anlardan biriydi işte yine. Açık unuttuğu radyodan süzülüp odanın karanlığına dolan Hint müziği bununla yetinmiyor, çıldırmanın eşiğindeki genç adamın damarlarından akıp beynine dolarak aşırı doz etkisi yapıyordu. “Altını arayan siyanür” diye mırıldandı. “Artık her şey, yeterince zor değilmiş gibi daha da zor olacak. Unutmaya çalıştığım geçmiş ve korkunç yakın geçmiş, geleceğimle aramda koca bir çukur açmış dururken...çok zor olacak...ama bir ölüm asla yetmez. Parçalar birleştikçe önümdeki karanlık koca çukur küçülecek küçülecek ve yok olacak!”



  Heveslerimiz vardı. Askerlik bittiğinde nizamiyeden çıkarken, hapisten, hastaneden çıkarken, bir çocuk gibi şen olurduk. Şimdi sanki elimde tek kalan, hayatımın bitişinde hissedeceğim, kavrayamadığım, belki de beni/bizi ters köşeye yatıracak olan o tuhaf heves...



  Gustav Willibald Franz Hegel, 1774'te Stadthamburg'da doğdu. Babası Hegel'in doğduğu evin altında küçük bir dükkanı olan orta halli bir kasaptı. Ünlü adaşı Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in (büyük düşünür) aksine, Franz Hegel iyi bir eğitim görmedi; doğru dürüst bir okula bile gidemedi. Daha altı yaşındayken babasının yanında çırak olarak çalışmaya başladı....... 
                                                                     syf:179 Tutunamayanlar - Oğuz ATAY 

 Baba işçi emeklisi, patronları tarafından sevilen işine bağlı bir adamdı. Küçük oğlu haylaz, sinirli ve rahatsız biri. Doktor ameliyat şart demişti aylar önce babaya. Doktor neşteri vurduğunda adamın göğsüne; oğlu da öylesine, karmaşadan taşan öfkesiyle vurdu bıçağını doktorun arabasına. Aynı anda iki çizgi çekildi ustaca, parelel kurguyla. Birinden kan fışkırırken usulca, berikinden siyah bir boya. Saatler geçiyor, ameliyat uzuyordu. Operasyon uzadıkça, dışardaki öfkeli çocuğun da işi uzuyor, doktorun arabası yeni bir çehreye bürünüyordu. Lastikler indirilmiş, camlar farlar parçalanmış, benzin ile bir güzel yıkanmıştı lüks otomobil. Doktor hemşirenin ''ex'' lafı ile derin bir soluk almış, işinin bir parçası olarak gördüğü bu ölüm karşısında dimdik durmuştu. 10 dakika sonra arka tarafdaki odasının penceresinden dışarıya, otomobilinin olduğu yere doğru baktığında elinde yanan çakmakla bekleyen haşarı genç ile gözgöze geldi genç doktor. Bir süre bakıştılar. Neden sonra doktor, haşarı genci onaylayan bir yüz hareketiyle gözbebeklerini titretti. Yanan otomobil birşeylerin, yeniden yeşeren duyguların, hislerin habercisiydi belki de ikisi adına da. Ölen adamın morgdaki soğuk bedeni de bir an için ısındı ve tekrar soğudu, dışardaki alevlerin etkisiyle. Beyazlamış saçı, sakalı titredi, tekrar dikilmiş göğsü kanamaya başladı. Biri onu o an bulunduğu yerden çıkarıp yüzüne baksaydı gözündeki bir damla yaşı da görebilirdi. Ama göremediklerimiz o kadar fazlaydı ki, bu küçük an, bu küçük karanlık yerde şahitsiz geçecek ve yokluğa karışacaktı.



 YAMUK BAKMAK 

 Bakış, Hegel’den başlayarak, Sartre’da ve Foucault’da “iktidar-mücadele alanı” olarak incelenir. Aslında dinlerde de “tanrının görülmeyen bakışı” inancı nedeniyle “bakış” hep bir iktidar, denetim, gözetim, yönetim özelliğini üzerinde taşımıştır. Bu aktarımlar ışığında bakışı iki temel üzerinden ele alabiliriz: Tasarımlanmış (kurgulanmış) bakış ve tasarımlanmamış (kurgusuz bakış) bakış. Tasarımlanmış bakış kavramı içindeki temel değişkenler; iktidar, mücadele, denetim, gözetim ve yönetim iken, tasarımlanmamış bakış’taki temel değişkenler; anlık olması, ruh yansıması ve içeriğinin gerçeği barındırmasıdır. Zizek’in psikanalitik yöntemle film çözümleme örneklerine başlamadan önce, bakış üzerine temellendirdiği anamorfoz kavramını açıklamakta yarar var: “Görme duyusuyla dolaysız olarak algılanamayan, belirli bir biçime sahip değilmiş gibi görünen nesnelerin özel bir bakış açısından algılanabilir olması anlamına gelir. Anamorfik cisimler, ancak belirli (ve sıradan olmayan aykırı) bir bakış açısından, “yamuk bakarak” algılanabilir, ancak bu sayede simgesel düzende bir yere oturtulabilir. Lacan’ın bakış/nazar anlayışına göre ancak belirli bir konumdan ve belirli bir açıdan bakıldığında (gözucuyla) görünebilir gibi olan anamorfik nesnenin en iyi örneği Holbein’ın “Sefirler” tablosudur. Bu tabloda iki sefirin önünde, yerde duran ve anlamsız bir döşeme deseniymiş gibi görünen şey, tabloya yandan ve hafifçe başımızı eğerek (yamuk) baktığımızda bir kafatası olarak algılanır.



  Zamanın dışına yerleştirilmiş bir saatli bombanın hüznü...



 Seminerlerinde bahsettiği Holbein’in bu tablosundaki idelojik anamorfozu John Berger ise ünlü eseri “Görme Biçimleri”nde, tablodaki elçilerin bakışlarından hareketle, şöyle anlatıyor: “Tablodaki iki adam kendilerinden emin ve resmidirler: Aralarındaki ilişki açısından bakıldığında rahattırlar. Peki, ressama –ya da bize –bakışları nasıldır? Gözlerinden duruşlarından, kimse onları tanımasa da olurmuş gibi bir şey okunmaktadır: Sanki başkaları onların değerlerini anlayamazmış gibi bir bakış. Adamların ait olmadıkları bir şeye bakar gibi bir halleri vardır. Onları çevreleyen ama adamların dışında kalmak istedikleri birşeydir bu. En iyisini düşünürsek onları çevreleyen, onları alkışlayan bir kalabalık en kötüsünü düşünürsek, rahatlarını kaçıran insanlar olabilir bunlar. Bu adamların dünyanın geri kalan kesimiyle ilişkileri nelerdir? Resimde adamların arkasındaki rafta görülen nesneler –imleri çözebilen birkaç kişiye-bu adamların dünyadaki yeri hakkında belli bir bilgi vermek amacıyla konmuştur oraya. Dört yüzyıl sonra biz bu bilgiyi kendi görüşümüze göre yorumlayabiliriz artık. Üst raftaki bilimsel araçlar denizcilikte kullanılıyordu. Deniz yollarının tutsak ticaretine, ticaret gemilerine açıldığı sıralardaydı bu. Öbür kıtaların zenginlikleri bu gemilerle Avrupa’ya aktarılıyordu. Bu zenginliklerle sanayi devriminin çıkış noktası olan kapital birikimi sağlandı. Alt raftaki kürenin yanında bir aritmetik kitabı, bir ilahi kitabı, bir de ud vardır. Bir ülkeyi sömürgeleştirebilmek için insanlarını Hıristiyan yapmak, onlara hesap öğretmek gerekiyordu: Böylece onlara dünyada en ileri uygarlığın Avrupa uygarlığı olduğu kanıtlanıyordu. Elbette Avrupa sanatı bunun dışında değildi. Burada bizi ilgilendiren onların dünyaya karşı takındıkları tutumdur. Bu da bir sınıfın genel tutumudur. İki elçi dünyanın kendilerine hizmet etmek için var olduğuna inanan bir sınıfın insanlarıdır. En aşırı biçimiyle bu inanç sömürgecilerle sömürgeleştirilenler arasındaki ilişkileri haklı göstermeye yaramıştır. Bu eski bir İngiliz ilkesidir: “Might is right” (güçlü olan haklıdır). Elçilerdeki güçlü olanın tepeden bakışıdır. Sağdaki elçinin neredeyse gölgesi gibi döşemeye düşen ve yamuk bir bakış ile görülebilen kafatası ise elçinin sorumluluk bölgesindeki sömürgeleştirme işlerinin hızla devam ettiğinin de bir yansımasıdır.



  Yamuk duran adamların kendilerini açığa çıkarma/karanlıkta saklanma çabası. Bahçesinin ortasında bütün evreni gözleyebileceği bir kamelya düşlemek, demli çayların eşliğinde. Dumanı keskin mavi tüten kaliteli tütün eşliğinde, bedeninin içinde zevkle salınan ruhunu hissetmeyi istemek. Acıyla dilenmek, ruhunu satmaya hazır olduğu bir gümüş paranın parlaklığına. Düşlenmiş kamelyanın tutuşup gövdesini sarması bütün gölgeleri ile birlikte yolları çatallanan bahçenin. Her nesne/canlı/kadavra düşmanını haykırmakta en zor anında, onunla anılmak istemekte bilinçaltında. Ona hissettiği nefret, zıtlığın evrilmesiyle aşka dönüşmekte ve onunla bütünleşmekte; bilinmeyene, büyük düşmana karşı. Her karşıtlık bütünleşmekte ve her bütünleşme birbirleriyle devamlı bütünleşip büyümekte. Bu ''öteki''ni tedirgin edip kendi içinde rahatlık hissi uyandırma isteği bir bozguna dönüşüp mutlak olan çözülmeyi hızlandırmakta. Ayrılan her nesne/canlı/kadavra tekrar düşmanına duyduğu nefreti düşlemekte. Kısırdöngünün ayakları uzamakta. 

 "Kapitalizm pratikte gerçekleşmiş idealizmdir". K.Marx

Hiç yorum yok: