19 Şubat 2017 Pazar

MAYMUNCUK

‘‘Yazan biri, yalnızca anlaşılmak istemez ama tam da emin olarak anlaşılmamak için yazar. Bir kitabı kimse açık seçik bulmazsa, böyle bir kitaba kesinlikle karşı çıkılamaz: belki bu, yazarın kısmi niyetidir, ‘kimse’ tarafından anlaşılmak istememiştir. Kendisini iletmek istediği zaman her soylu tin ve beğeni de, kendi okuyucusunu seçer; onları seçerek ‘diğerleri’ni dışarıda bırakır. (Die Fröchliche Wissenschaft – Neşeli Bilim)                                                                                                                                F.NIETZSCHE


 I.

 Sonunda işi bitmişti. Bir sigara daha yakıp dışarı çıktı. Filizlenmiş gökdelenlerin önünden geçerken, az önce yağan yağmurun yumuşattığı toprağın nefis kokusunu iliklerine kadar çekti. Kulaklığında, Sepultura’dan ‘Orgasmatron*’ -Motorhead'den cover- keyfi ikiye katlandı. Duvarlarda Metallica konser afişleri, bir ay sonra burada olacaklardı. Eski tatları yoktu ki artık. Tam bunları düşünürken, geçtiği son gökdelenin 88. katından atlayan kız önüne düşüverdi. Gencimize göz kırpıp öldü. Elinde bir zarf vardı. Delikanlı içgüdüsel bir çabuklukla zarfı alıp arka cebine koydu. Kız çok güzeldi, kederli gözleri hala açık, ölüme mi güzellik katmıştı kız, yoksa ölüm mü kıza güzellik katmıştı, bilemedi. Betona sırt üstü düştüğünden kafatası pasta gibi yayılmıştı. Gözleri, kaşları, burnu, ağzı; sanki muhteşem bir pastanın üstündeki olağanüstü süslemelerdi. Evi yürüyerek 15 dakika çekiyordu. İstanbul’un en pahalı, gökdelenli semtinden, görülmeyen sınırlarla ayrılmış varoştaki evine vardığında hala kızı düşünüyordu. Zarf dolu muydu, içinde ne yazıyordu, kimdi bu kız, neden ölümü seçmişti? İşlenmemiş taşlarla yapılmış bahçe duvarı, bu yaz akşamında da karanlığın katmanlarıyla örttüğü tek katlı evini dışa/topluma karşı sınırlıyor adeta koruyordu. Yaşlı babasının çeşitli sebze meyve yetiştirdiği toprak parçası da, kendini dıştaki çorak topraktan soyutluyor, yaşlı adamın sevgisi ve suyuyla verimli, soylu, saklı bahçe haline bürünüyordu. İç köşelere dikilmiş dört ağaç çoktan boy vermiş, meyveleriyle iki ev sakinine huzur, moral ve vitamin pompalıyordu. İçlerinden biri incir ağacıydı ve öykümüz için bunu vurgulamak önemliydi, diğer ağaçların cinsinden bahsetmenin önemsizliği adına. Gencimiz pencerenin kenarındaki yatağından dışarıyı, hemen duvarın dışına, yatağına pek yakın dikilmiş incir ağacının dallarına bakarak, ‘zarfı açıp okumalı mıyım’ diye düşünüyordu. Elbette okuyacaktı ama bu şimdi mi olmalıydı? Bu uzay zaman diliminde, incir ağacının gündüz serinliğinin de avansıyla, o anda gerçekleşmesi bir dizi felaketin de habercisi olacaktı. İş onu çok yoruyordu ve uyuyakaldı, tam da zarfı açacakken. O anda gerçekleşmediği için bu eylem, bir dizi felaket de tamamen rafa mı kaldırılacaktı? Bunu kurgulayan her kim, ya da neyse, önümüzdeki zaman diliminde açıklığa kavuşacaktı elbet. Gencimiz işteyken ve babası da ikindi uykusuna yatmışken, –her ikindi uyur ve nefis rüyalar görürdü- incir ağacının gövdesinin ortasına yakın irice oyuktan dışa, evrene bir şeyler akmaya başlamıştı: ağırdan, akışkan, nemli, yoğun ve renksiz bir şeydi bu. Kulak kiri gibi desek, bir çağrışım yapar mı? İhtiyarın rüyalarından biri miydi yoksa? Gerçekliğini acımasızca sorgulayıp, konuşturana kadar incir ağacını kırbaçlasak da, ihtiyarın belleğini didik didik etsek de, o an üç kuruş paraya, millet akşam seyredip dertlerini unutsun diye, dizi film montaj masasında anası ağlayan –ölmüştü ama- genci, göremeyeceği bir yerden röntgenlesek de, henüz bunun cevabını veremeyecektik… (13 bölüm gider bu) *******************************************************************************************

 II.

 ‘AVM’de bul beni’. Ölmemiş miydi? Gözü önünde betona çakılmıştı. Babası, durgun akan nehrin buz tutmasına yakın sızısıyla, ‘’gerçekten aç değil misin’’ diye sordu, ‘’nefis kapuska yaptım.’’ Yanıt vermedi. En yakın AVM (alış veriş merkezi) işiyle arasında vücut bulmuştu. Dünyaca ünlü büyük markaların küçük şubeleri buralara gelen insanlara küresel tatlar sunuyordu. Buralar, kapitalizmin en tepeden ve derinden yaşandığı o ulaşılamayacak bölgelerin/markaların aşağılara kadar inen kirli etekleriydi. Kirletenler de, bu sanal, küresel tatları alanları seyretmeye gelen en alt tabakaydı. Az gelişmişliğin sürekliliği, bizim zenginimiz, tepedekiler/dış batılı dünya ile en alttakiler arasında tampon bölge görevi görüyordu. Bundan da alınan haz tepe noktalarındaydı. ‘Ölmemişse orada olmalı’ diye düşündü. Çıkıp bakacaktı. Babası kapuskayı kaşıklıyordu. Yerkenki aldığı haz yüzünden okunuyordu. İlişse pençelerini gencimize sallayacak gibi iştahla yiyordu. Annesi ölümüne kadar, öleceği bilinmesine rağmen, son ana kadar iştahla yemeyi sürdürmüştü. Tutunamayan, dışarıda ezilip eve gelen, acısını bir şekilde oradakilerden çıkarıyor, yediği yemek ile de kendine gerekli olan hazzı yakalıyordu. Sefertası şahitti. Babasından ölesiye nefret etmesinin daha birçok sebebi vardı ama şu an ‘kızı bulabilecek miydi’ onu düşünüyordu. Girdi ve tek tek katları aradı. En üst katta Burger King’de çalışırken gördü. O olmalıydı. Birçok bölüm bomboşken bu yer çok kalabalıktı. Sipariş vermek imkânsız gibiydi. Arkalarda durup kızı seyre koyuldu. Kendini görmemişti ve bu telaşlı ve stresli çalışma ortamında zor görecekti. Yaklaşık 18 dakika öylece dikildi. Kız sonunda arkadaşının kendisini dürtmesiyle gencimizin farkına vardı. Bir sigara yaktı. 2 dakika sonra müdahale ettiler. Nefretle görevlilere baktı. Arka cebinden kanyak şişesini çıkarıp dibini buluncaya kadar içti. Kalan birkaç damlayla sigarasını söndürdü. Ve kıza haykırdı: ‘’Geldim işte. Bu bulmacayı çözelim artık.’’ Haykırdığına pişman oldu hemen. Bu şekilde iletişime geçmek istemezdi ama içindeki öfke kabarmıştı yine. Hızlı adımlarla gerisin geriye gidiyordu. Pazardı ve ikindiydi. Babası uyuyor olmalıydı. Ölmüş olabilir miydi? Bahçe kapısından girip ağaçlara doğru yürüdü. Ufaktan meyve vermeye başlamışlardı. Ama meyve yemeyi sevmezdi. İncir ağacına yaklaştı. Gövdenin ortasındaki oyuktan akan akışkan sıvıyı fark etti hemen. Bir süre inceleyip, işaret parmağını daldırarak ve peşinden parmağının dokunuş esnasında tuhaf bir keyif vermesinden de cesaret alarak, parmağındaki tüm o şeyi yiyiverdi. Bundan sonra olacaklar kendisin, babasın, o kızın, tanıdığı insanların ve belki de bütün evrendeki canlıların yaşantılarını değiştirecekti. Kim bilir?Sana gül bahçesi vaad ettim mi? ***********************************************************************************

 III.

 Kanındaki alkolle, bu tuhaf maddenin tepkimeye girmesi sonucu, gencimiz oracıkta ölüverir. En azından dış kapıya kadar sürünebilmeyi dilemiştir. Babası içerde uyumaktayken oraya doğru seğirtmemesi nedense pek

bir tuhaftır. F I N




Kötü sümkürmüştüm. Lavabonun oldukça dışına giden bir parça. Aramalarımız akşama kadar sürdü. Hava kararınca meşalelerle, bütün kasaba aramaya çıkacaktık.

 Yalnız değilim ben; sigaram, çayım, kitaplarım sonra filmlerim. Bana çeşitli oyunlar oynayan, gerçeklikle alt benliğim arasında kaskatı kalın duvarlar ören beynim. Sigarayı bırakmayı düşündüm ama sigaram ve çayım ayrılmaları imkânsız iki kardeş gibiler. Onları ayırmaya dayanamam. ‘Sophie’nin Seçimi’ gibi olur sonra.

 Korku ve dehşet yüzümden okunuyordu. Bütün bedenim titreyerek ittirdiğim, hastanenin aynalı kapısında kendimi gördüğümde. Askerde bütün aynaların üst kısmında ‘kılığını düzelt’ yazardı. O an hatırlayınca acıyla güldüm. Danışmaya kadar yalpalayarak varabildiğimde son sözlerim, ‘‘bellek kanaması, yardım edin’’ olmuş. Kendime geldiğimde tepemde bir serum, yatıyordum. Odada 6 kişiydik. Yanımdaki yatakta Sartre okuyan ihtiyar Sartre’a ne kadar da benziyordu. ‘‘Şaşırma, 0 zaten benim’’ dedi. Kanamam devam ediyor olmalıydı. Serum şişesine baktım, ispirto rengindeydi ve üzerinde ‘titre ve kendine gel’ yazıyordu. Herhalde bu yatakta çıldıracaktım, korkuyla beklediğim, gerçekleşeceğinden emin olduğum o an, kendimle vedalaşma zamanı gelmiş olmalıydı. İri ve acemi bir hemşire –acemi olanları kötü kaderin belirginleşmesine yardımcı olduğundan tercihimdi- saldırgan adımlarla bana yaklaştı. Bir uzun 2000 yakıp ‘‘ateşin var mı genç’’ dedi. Artık tamamen emindim, ‘ben ben değilimdir artık’ diyen Rimbaud’ya bir adım daha yaklaşmıştım. Diğer yanımda yatmakta olan tikli genç, birden yerinden fırlayıp elindeki plastik bidonun içindeki sıvıyı üstüne boca etti. Benzinmiş. ‘‘Burada ateşin kralı var hemşire’’ deyip kendini ateşe verdi. Hemşire yanmakta olan adama yaklaşıp, yanmasına aldırmadan sigarasını yaktı. Bedenimin yer bulamadığı/sokulmadığı bu uzay zaman diliminin tadına böylesine iştahla bakmama izin verilmesi ve belleğimin dimağında bıraktığı nefis tat. Kurmacaları kurgulayanı ensesinden tutup, buruşturarak kurmacalarının arasına fırlatan ‘görünmeyen el’, varlığım varlığına armağan olsun… burada durmalıydım.

Hiç yorum yok: