28 Şubat 2017 Salı

ALBATROS

Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. ***************************************************************************************************************** Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.'' ******************** ****************************************************************************************** Bileklerini kesmeye kıyamayan adamın hayatını kurgulamak adına yaptığı tüm karartma geçişleri uzadı zamanla; geçiş olma halinden, tüm karanlığı ile hayatının tamamı haline dönüştü. ''Tek bir aydınlık plan için neler vermezdim'' oldu son sözleri. *********************************************************************************************************** Portakal ağaçları arasında hızla kayboldu. Bileklerini kesmek için kuytu gölgelik bir yer arıyordu. Bulduğunda usturayı açtı. Sol bileğine az batırıp bakındı. Portakal toplayan güzel bir kız kendine bakıp gülümsüyordu. Bu sıcak gülümseme karşısında yeniden doğmuş gibi oldu genç adam. Usturayı arkasına saklayıp kıza gülümsedi. Kız o esrarlı, sıcak gülümsemesini koyulaştırıp elini usulca portakal sepetine attı. Genç adam bir portakal eşliğinde kendine saf bir aşk da sunulacağını düşünürken, kız sepetten çıkarttığı tabancayı ustaca şakağına dayayarak ateşleyiverdi. son üçyüz yıldır insanların içinde yaşadığı toplum tipinin ipliğini pazara süren filozof. gerçi bunun için biraz geç kalmıştır ama artık kendisinin de kokusunu aldığı ama analiz etmeye ömrünün yetmediği, (bkz: deleuze)'un "post****** on control society" makalesinde belirttiği kontrol toplumuna geçmeye başlasak da analizleri hala çok önemli, açıklayıcı ve zihin açıcıdır. foucault'a göre geçtiğimiz üçyüz yıldır disiplin toplumu denilen toplumlarda yaşamaktaydık. disiplin toplumları insanları kapalı mekanlara tıkarak, orada mekana bir düzen içinde yayarak ve zaman dilimlerini düzenleyerek, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla üretken bir düzen yaratmaktadır. örneğin birey okula kapatılır, sıralara yayılır ve saat saat yapacakları planlanır. böylece bireyin enerjisinin, kendi doğal yaşamını, duygularını ve arzularını gerçekleştirmek gibi lüzumsuz(!) işlerde heba olması önlenir, bu enerjinin egemenlere harcanması garanti altına alınır. birey hayat boyu başlangıç modelleri hapishane olan bu kapalı mekanlardan birinden çıkıp birine girer (önce "aile", sonra "okul", sonra "kışla", sonra "fabrika", arada bir "hastane", muhtemelen "hapishane", eğer tamamen üretimsiz hale gelmişse "tımarhane"). (milleplateaux, 09.06.2004 12:07 ~ 24.09.2005 15:06 Bu, bu bir ''kaçış hali'' İftar çadırında cinayet. Bedenimi yerleştirebileceğim hayatıma geçici olarak da olsa anlam katabileceğim bir duruş yeri olarak -çıldırmamı geciktirecek bir yer- iftar çadırı kuyruğuna girmeye karar verdim. Sıra bana geldikçe arkalara geçiyordum. Bir çocuk saflığıyla, coşku dolu kıpırdanmalarla kuyruk iyice azalınca fark ettim ki, amaç karın doyurmakmış. Kuyruk bittiğinde tek başıma kalmıştım. Etrafımda benimkine benzer bir amacı benimseyen kimse yoktu. Karaltılar gördüğünü söyledi. Şeffaf retinasının önünde hareketli karaltılar. Uzun, acıtıcı bir iğneyi hakkettiğini hareketlerine yansıtırcasına yaklaşan bir zenci hemşirenin önünde diz çöküp ağlamaya başladı. Korku, tedirginlik, yalnızlık birleşip titremeye dönüştü. Karaltılar tekrar görünür olmuştu. ''İğneyi yiyene kadar da gitmediler'' demiş, eli pek hafif hemşireye. Uyandığında yanında olmayacağım diye bir not iliştirmiş alnına hastamızın sevimli hemşire. Bunun bir açıklaması olmalı. Karaltılar yine çıkacak mı? Artık alıştı ve görmeden duramaz ve istiyor da. Stockholm Sendromu mu yoksa bu, hemşireye karşı hissettikleri? (bu sendroma adını veren olay 1973 yılında stockholm'deki başarısız bir soygun girişimi sonucu ortaya cıkmıştır. kreditbanken isimli bir bankayı soymaya kalkan soyguncular kuşatılınca bankada bulunan 4 kişiyi rehin almışlar ve altı gün boyunca direnmişlerdir. altı günü sonunda polis operasyonu sırasında rehineler kurtarılmaya aktif olarak direnmişlerdir. daha sonra ise soyguncular aleyhine tanıklık etmeyede yanaşmamışlardır hatta para toplayıp savunmalarına yardımcı olmuşlardır. bu olaydan sonra psikolojide benzer rehine-rehinci olaylarındaki yakınlaşmaları tanımlamak için kulanılan bir deyim haline gelmiştir.) ''Sevmek Zamanı'' diye haykırarak içeri girince elinde sevimli iğneyle, hastamızın yüzünde güller açtı yine. Birbirlerine sarıldılar. Bu esnada arkaya doladığı elindeki iğneyi acımadan sapladı adamımıza kahrolası hemşire. ''Aslında gördüğüm bütün karaltılar senden ibaret'' diye fısıldayabildi sadece adamımız, kendinden geçmeden önce. Bir gün sonra yine aynı saat ve dakikalarda, aynı güzel görüntüsü ve iğnesiyle kapıda göründüğünde hemşiremiz, aynı yalancı samimiğiyle yaklaştığında adamımıza, olağandışı birşey oluverdi: Adamımız tombul ve güzel hemşiremizin elinden iğneyi kaptığı gibi hemşirenin öbürüne göre daha güzel olan sol gözüne saplayıverdi, köküne kadar ve zerk etti sevimli sıvıyı aynı kararlılıkla ve fısıldadı tüm sevecenliğiyle: ''Biz biriz artık. Birbirini seven iki ruh, iki beden, aynı şeyleri yaşamalı ve tatmalı bütünleşmek adına. Sen önce benim hissettiklerimi hisset, sonra ben de senin hissettiklerini taklit etmeye çalışırım. Taklit, güzelim.''

23 Şubat 2017 Perşembe

KUZGUN

0:10:10 American Splendor Cazla ilgilenmeye başladım. Ondan önce çizgi roman biriktirirdim. Her zaman iyi bir koleksiyoncuydum. Ne kadar plak alırsam alayım tatmin olmuyorum. Bu bir tür keş olmaya benziyor. Saplantılı bir yanım olduğunu kabul etmem gerek. Bu sanki Sierra Madre’nin Hazinesi gibi bir şey. Eskici dükkanlarına gidersiniz, bit pazarlarına takılırsınız, çünkü çok ender bir şey bulacağınızı sanırsınız. Çoğunlukla tam bir zaman kaybıdır. Ama arada sırada iştahınızı açacak bir şey bulursunuz. (Harvey Pekar) Evet, birçok araç gereç, teknolojik ıvır zıvır bize zaman kazandırıyor, ama hayatımızı uzatmıyor. Özümsenmiş, saflaşmaya doğru giden hayat, bunun gerçekleşmesi için eyleme dönük pasif çabalar. Aslında bize hız kazandıran bütün bu ıvır zıvır ömrümüzü uzatmıyor, aksine kısaltıyor. Hızın kazandırdığı kadarı, belki de fazlası, ömrümüzün giden kısmı. **************************************************************************************************************************************************************************** Morbius probleme çok yakındı. Krell projesini tamamlamıştı. Bu büyük makineyi. Artık araçlar yoktu. (Düşünce gücü ile istenilen şeyin yaratılması. Ama bilinçaltına ittirilmiş düşüncelerin açığa çıkmasıyla….) Gerçek bir icat. - Doktor, boşver şimdi bunu. - Ama Krell (uygarlığı) bir şeyi unuttu. - Neyi? - Canavarları John. - Id’den gelen canavarları. - Id’mi? O da nedir? Konuşsana doktor. (FORBIDDEN PLANET) Sıcak yaz günleri, Pazar öğle sonraları. Ya evden çıkıp kalabalığa karışıp alabalık olacaktım, ya da duvarlara nemli uzuvlarla kök salmış sürüngen. Beni evde tutmak için bol malzeme vardı, her zaman da olmuştu. Ama ben kendimi evde tutabilmek/avutabilmek için bu kadar malzeme toplarken bir taraftan da bu topladıklarımın gözümdeki değerini düşürüyordum. Bile bile bunu yapıyordum. Bu kanlı kısırdöngüden çıkamayacağımı bile bile, beynimin kıvrımları arasında gezinen uğursuz, karanlık, hayata neşe katıp güzelleştiren ne varsa kurutan şey. Beni, çıldırmadan hayatta tutmayı başarıyor, öbür taraftan da normalleşmeme izin vermiyordu. Sanki keskin bir çelik telin üzerinde dengedeydim. Kasvetli, kederli, mutsuz, bezgin ve içi geçmiş; artık her şeye kayıtsız, heyecansız ve yalnız. Hastaneleri, hapishaneleri, mezarlıkları geziyor, ruhumun açlığını giderecek bir şeyler arıyordum. Ölmek üzere olan hastalarla göz göze geliyor, cenaze törenlerine katılıyor, herkes gittikten sonra kendimden bahsediyordum. Ölüler bulunduğum durumu anlayacak durumda gibiydiler. İğrenç, rahatsız edici bir solucan gibi nezih insanların arasına karışıyor, onları acımayla karışık sonu gelmez bir nefret duygusuyla izliyordum. Hep iyi bir izleyici olmuştum. Birileri bunun farkına varsaydı ödüllendirilebilirdim belki de. Ve ölesiye nefret ettiğim insanların, alışkanlıkların, konforun müdavimlerinden olabilirdim. Çünkü ben aslında kendimden nefret ediyordum. Bu o kadar güçlü bir nefretti ki, aynı zamanda bana bunu saklayacak, buna dayanacak gücü de veriyordu. –Remember Tomorrow –İron Maiden- level atlamış bir zombiydim belki de. Üstinsan modeline ulaşmayı başarmış bir zombi. Hayatı, insanları, evreni algılama şeklim hep farklı olmuştu. Baktığımda, elimi atsam karşımdaki şeyi parçalayabileceğimi hissediyordum ama bunu bilmekten de derin bir utanç duyuyordum. Utancım yeteneğimi zamanla bastırıp, hayata tutunabileceğim bu dalı tamamen kuruttu. Yüzükten vazgeçemediği için Gollum’a dönüşen bir hobbit. Nefis betimlemeler yapabilirdim oysa. Ama birilerini bundan mahrum bırakmak derinden gelen bir keyif veriyordu. Hastalıklı, sapkın, dengesiz ve yenilgiyi kabullenmiş biriydim. Ölmeden kendimle hesabımı kesebilmeyi isterdim ama olanaksız olduğunu anlamıştım. Birileriyle, bir şeylerle derin bir yüzleşme/hesaplaşma yaşayacağıma emindim artık. Büyük ihtimalle ölümümden sonra olacaktı. Tabutum kamyonetin arkasında, Kazlıçeşme mezarlığına doğru yol alıyorduk. En alt tabakanın gömüldüğü yerdi. Mezarımı ziyaret etmek isteyen olursa –ki hiç sanmıyorum- çok meşakkatli bir yolculuk onları bekliyor olacaktı. Bu çileli yolculuk belki de bir nevi arınma anlamına geliyor olabilirdi. Şu an gitmekte olan bizler için ve sonraki ziyaretçiler için. Mezar kazıcılar, su dökücüler, şarlatan duacılar, irili ufaklı kemirgen beni bekliyordu. Yeryüzündeki son yolculuğum, en anlamlı ve zengin yolculuk olacaktı. Temmuz sıcağında terleyen canlılar ve kokmakta olan ben, yaşama ve canlılığa özgü o tuhaf heyecandan yoksun ilerliyorduk. Derken şoför önüne aniden fırlayan köpeği göremeyerek eziverdi. Oracıkta ölen köpeği, kamyonetin kasasına yanı başıma atarak yola devam ettiler. Benim gömülme işlemim, dualarım bitince, köpeği de ekstradan yanıma gömüverdiler. Bir köpeğim olmuştu.

19 Şubat 2017 Pazar

MAYMUNCUK

‘‘Yazan biri, yalnızca anlaşılmak istemez ama tam da emin olarak anlaşılmamak için yazar. Bir kitabı kimse açık seçik bulmazsa, böyle bir kitaba kesinlikle karşı çıkılamaz: belki bu, yazarın kısmi niyetidir, ‘kimse’ tarafından anlaşılmak istememiştir. Kendisini iletmek istediği zaman her soylu tin ve beğeni de, kendi okuyucusunu seçer; onları seçerek ‘diğerleri’ni dışarıda bırakır. (Die Fröchliche Wissenschaft – Neşeli Bilim)                                                                                                                                F.NIETZSCHE


 I.

 Sonunda işi bitmişti. Bir sigara daha yakıp dışarı çıktı. Filizlenmiş gökdelenlerin önünden geçerken, az önce yağan yağmurun yumuşattığı toprağın nefis kokusunu iliklerine kadar çekti. Kulaklığında, Sepultura’dan ‘Orgasmatron*’ -Motorhead'den cover- keyfi ikiye katlandı. Duvarlarda Metallica konser afişleri, bir ay sonra burada olacaklardı. Eski tatları yoktu ki artık. Tam bunları düşünürken, geçtiği son gökdelenin 88. katından atlayan kız önüne düşüverdi. Gencimize göz kırpıp öldü. Elinde bir zarf vardı. Delikanlı içgüdüsel bir çabuklukla zarfı alıp arka cebine koydu. Kız çok güzeldi, kederli gözleri hala açık, ölüme mi güzellik katmıştı kız, yoksa ölüm mü kıza güzellik katmıştı, bilemedi. Betona sırt üstü düştüğünden kafatası pasta gibi yayılmıştı. Gözleri, kaşları, burnu, ağzı; sanki muhteşem bir pastanın üstündeki olağanüstü süslemelerdi. Evi yürüyerek 15 dakika çekiyordu. İstanbul’un en pahalı, gökdelenli semtinden, görülmeyen sınırlarla ayrılmış varoştaki evine vardığında hala kızı düşünüyordu. Zarf dolu muydu, içinde ne yazıyordu, kimdi bu kız, neden ölümü seçmişti? İşlenmemiş taşlarla yapılmış bahçe duvarı, bu yaz akşamında da karanlığın katmanlarıyla örttüğü tek katlı evini dışa/topluma karşı sınırlıyor adeta koruyordu. Yaşlı babasının çeşitli sebze meyve yetiştirdiği toprak parçası da, kendini dıştaki çorak topraktan soyutluyor, yaşlı adamın sevgisi ve suyuyla verimli, soylu, saklı bahçe haline bürünüyordu. İç köşelere dikilmiş dört ağaç çoktan boy vermiş, meyveleriyle iki ev sakinine huzur, moral ve vitamin pompalıyordu. İçlerinden biri incir ağacıydı ve öykümüz için bunu vurgulamak önemliydi, diğer ağaçların cinsinden bahsetmenin önemsizliği adına. Gencimiz pencerenin kenarındaki yatağından dışarıyı, hemen duvarın dışına, yatağına pek yakın dikilmiş incir ağacının dallarına bakarak, ‘zarfı açıp okumalı mıyım’ diye düşünüyordu. Elbette okuyacaktı ama bu şimdi mi olmalıydı? Bu uzay zaman diliminde, incir ağacının gündüz serinliğinin de avansıyla, o anda gerçekleşmesi bir dizi felaketin de habercisi olacaktı. İş onu çok yoruyordu ve uyuyakaldı, tam da zarfı açacakken. O anda gerçekleşmediği için bu eylem, bir dizi felaket de tamamen rafa mı kaldırılacaktı? Bunu kurgulayan her kim, ya da neyse, önümüzdeki zaman diliminde açıklığa kavuşacaktı elbet. Gencimiz işteyken ve babası da ikindi uykusuna yatmışken, –her ikindi uyur ve nefis rüyalar görürdü- incir ağacının gövdesinin ortasına yakın irice oyuktan dışa, evrene bir şeyler akmaya başlamıştı: ağırdan, akışkan, nemli, yoğun ve renksiz bir şeydi bu. Kulak kiri gibi desek, bir çağrışım yapar mı? İhtiyarın rüyalarından biri miydi yoksa? Gerçekliğini acımasızca sorgulayıp, konuşturana kadar incir ağacını kırbaçlasak da, ihtiyarın belleğini didik didik etsek de, o an üç kuruş paraya, millet akşam seyredip dertlerini unutsun diye, dizi film montaj masasında anası ağlayan –ölmüştü ama- genci, göremeyeceği bir yerden röntgenlesek de, henüz bunun cevabını veremeyecektik… (13 bölüm gider bu) *******************************************************************************************

 II.

 ‘AVM’de bul beni’. Ölmemiş miydi? Gözü önünde betona çakılmıştı. Babası, durgun akan nehrin buz tutmasına yakın sızısıyla, ‘’gerçekten aç değil misin’’ diye sordu, ‘’nefis kapuska yaptım.’’ Yanıt vermedi. En yakın AVM (alış veriş merkezi) işiyle arasında vücut bulmuştu. Dünyaca ünlü büyük markaların küçük şubeleri buralara gelen insanlara küresel tatlar sunuyordu. Buralar, kapitalizmin en tepeden ve derinden yaşandığı o ulaşılamayacak bölgelerin/markaların aşağılara kadar inen kirli etekleriydi. Kirletenler de, bu sanal, küresel tatları alanları seyretmeye gelen en alt tabakaydı. Az gelişmişliğin sürekliliği, bizim zenginimiz, tepedekiler/dış batılı dünya ile en alttakiler arasında tampon bölge görevi görüyordu. Bundan da alınan haz tepe noktalarındaydı. ‘Ölmemişse orada olmalı’ diye düşündü. Çıkıp bakacaktı. Babası kapuskayı kaşıklıyordu. Yerkenki aldığı haz yüzünden okunuyordu. İlişse pençelerini gencimize sallayacak gibi iştahla yiyordu. Annesi ölümüne kadar, öleceği bilinmesine rağmen, son ana kadar iştahla yemeyi sürdürmüştü. Tutunamayan, dışarıda ezilip eve gelen, acısını bir şekilde oradakilerden çıkarıyor, yediği yemek ile de kendine gerekli olan hazzı yakalıyordu. Sefertası şahitti. Babasından ölesiye nefret etmesinin daha birçok sebebi vardı ama şu an ‘kızı bulabilecek miydi’ onu düşünüyordu. Girdi ve tek tek katları aradı. En üst katta Burger King’de çalışırken gördü. O olmalıydı. Birçok bölüm bomboşken bu yer çok kalabalıktı. Sipariş vermek imkânsız gibiydi. Arkalarda durup kızı seyre koyuldu. Kendini görmemişti ve bu telaşlı ve stresli çalışma ortamında zor görecekti. Yaklaşık 18 dakika öylece dikildi. Kız sonunda arkadaşının kendisini dürtmesiyle gencimizin farkına vardı. Bir sigara yaktı. 2 dakika sonra müdahale ettiler. Nefretle görevlilere baktı. Arka cebinden kanyak şişesini çıkarıp dibini buluncaya kadar içti. Kalan birkaç damlayla sigarasını söndürdü. Ve kıza haykırdı: ‘’Geldim işte. Bu bulmacayı çözelim artık.’’ Haykırdığına pişman oldu hemen. Bu şekilde iletişime geçmek istemezdi ama içindeki öfke kabarmıştı yine. Hızlı adımlarla gerisin geriye gidiyordu. Pazardı ve ikindiydi. Babası uyuyor olmalıydı. Ölmüş olabilir miydi? Bahçe kapısından girip ağaçlara doğru yürüdü. Ufaktan meyve vermeye başlamışlardı. Ama meyve yemeyi sevmezdi. İncir ağacına yaklaştı. Gövdenin ortasındaki oyuktan akan akışkan sıvıyı fark etti hemen. Bir süre inceleyip, işaret parmağını daldırarak ve peşinden parmağının dokunuş esnasında tuhaf bir keyif vermesinden de cesaret alarak, parmağındaki tüm o şeyi yiyiverdi. Bundan sonra olacaklar kendisin, babasın, o kızın, tanıdığı insanların ve belki de bütün evrendeki canlıların yaşantılarını değiştirecekti. Kim bilir?Sana gül bahçesi vaad ettim mi? ***********************************************************************************

 III.

 Kanındaki alkolle, bu tuhaf maddenin tepkimeye girmesi sonucu, gencimiz oracıkta ölüverir. En azından dış kapıya kadar sürünebilmeyi dilemiştir. Babası içerde uyumaktayken oraya doğru seğirtmemesi nedense pek

bir tuhaftır. F I N




Kötü sümkürmüştüm. Lavabonun oldukça dışına giden bir parça. Aramalarımız akşama kadar sürdü. Hava kararınca meşalelerle, bütün kasaba aramaya çıkacaktık.

 Yalnız değilim ben; sigaram, çayım, kitaplarım sonra filmlerim. Bana çeşitli oyunlar oynayan, gerçeklikle alt benliğim arasında kaskatı kalın duvarlar ören beynim. Sigarayı bırakmayı düşündüm ama sigaram ve çayım ayrılmaları imkânsız iki kardeş gibiler. Onları ayırmaya dayanamam. ‘Sophie’nin Seçimi’ gibi olur sonra.

 Korku ve dehşet yüzümden okunuyordu. Bütün bedenim titreyerek ittirdiğim, hastanenin aynalı kapısında kendimi gördüğümde. Askerde bütün aynaların üst kısmında ‘kılığını düzelt’ yazardı. O an hatırlayınca acıyla güldüm. Danışmaya kadar yalpalayarak varabildiğimde son sözlerim, ‘‘bellek kanaması, yardım edin’’ olmuş. Kendime geldiğimde tepemde bir serum, yatıyordum. Odada 6 kişiydik. Yanımdaki yatakta Sartre okuyan ihtiyar Sartre’a ne kadar da benziyordu. ‘‘Şaşırma, 0 zaten benim’’ dedi. Kanamam devam ediyor olmalıydı. Serum şişesine baktım, ispirto rengindeydi ve üzerinde ‘titre ve kendine gel’ yazıyordu. Herhalde bu yatakta çıldıracaktım, korkuyla beklediğim, gerçekleşeceğinden emin olduğum o an, kendimle vedalaşma zamanı gelmiş olmalıydı. İri ve acemi bir hemşire –acemi olanları kötü kaderin belirginleşmesine yardımcı olduğundan tercihimdi- saldırgan adımlarla bana yaklaştı. Bir uzun 2000 yakıp ‘‘ateşin var mı genç’’ dedi. Artık tamamen emindim, ‘ben ben değilimdir artık’ diyen Rimbaud’ya bir adım daha yaklaşmıştım. Diğer yanımda yatmakta olan tikli genç, birden yerinden fırlayıp elindeki plastik bidonun içindeki sıvıyı üstüne boca etti. Benzinmiş. ‘‘Burada ateşin kralı var hemşire’’ deyip kendini ateşe verdi. Hemşire yanmakta olan adama yaklaşıp, yanmasına aldırmadan sigarasını yaktı. Bedenimin yer bulamadığı/sokulmadığı bu uzay zaman diliminin tadına böylesine iştahla bakmama izin verilmesi ve belleğimin dimağında bıraktığı nefis tat. Kurmacaları kurgulayanı ensesinden tutup, buruşturarak kurmacalarının arasına fırlatan ‘görünmeyen el’, varlığım varlığına armağan olsun… burada durmalıydım.

6 Şubat 2017 Pazartesi

DİZ ÇÖKEN SEMENDER

Helikopter pervanesine kaptırdığım işaret parmağımı ve yüzük parmağımı getiremezsem hiç evlenemeyeceğimi ve hiç tahtaya kalkmak için parmak kaldıramayacağımı söyledi doktor. Umursamadım. Sağlık Ocağında 161 numarayı almıştım ve 93 dakika sıranın bana gelmesini beklemiştim. Koca bir hiç için! Odadan çıkıp bir numara daha aldım. Başka bir doktorda şansımı denemek istiyordum. Bekleme salonundaki koltukların hepsi ihtiyarlar tarafından doldurulmuştu. Çoğunun bir sıkıntısı yok gibi görünüyordu. Yaşlandıklarını kabul edemiyorlardı belki de. 298 numarayı almıştım bu sefer ve önümde 73 kişi daha vardı. Doktor sayısı 4’dü. İhtiyarların çoğu ilaç yazdırdığından çok da beklemeyecektim. Ama kayıp parmaklarımı bulmamı söylerse diğer bir doktor da, yapacak bir şeyim olmayacaktı. 300’de numara bitmişti ve hala akın akın ihtiyar yağıyordu sanki gökyüzünden sağlık ocağına. Birini numaramı çalmaya çalışırken yakaladım. Yalvaran gözlerle bana baktı: ‘’Çok, çok uzun yaşamam için bu numaraya ihtiyacım var’’ dedi. Numaramı verdim ve yeni aldığım Apocalypse Now (Redux) DVD’sini de uzattım peşi sıra. DVD ile ilgilenmedi ve ben de dışarı çıktım sevgili. Oysa Redux olduğundan, kurguda çıkarılmış 50 dakikanın da eklendiğini ballandıra ballandıra anlatmama rağmen ikna olmadı. ‘’Ballantines viskiye, baldıran zehiri atıp ballandırsaydın ikna olurdum belki’’ diye içinden geçirmiş olabilir mi sevgili? *******************************

******************************* ************************************ ************************************

 Yürürken sırf sana benziyor diye hapşıran bir kıza ‘’çok yaşa’’ dedim. Gülümsedi. ‘’İstersen bir kahve içelim’’ dedi. İşlerin bu kadar çabuk gerçekleşmesi kitabımda yazmıyordu sevgili ve sen vardın. Gözlerimin içine içine bakıp, ‘’O benim’’ dedi. İnanmışım sevgili. Kahve içerken kendime geldim ve sırf sana benziyor diye yanaklarını okşadım. Kahveler bitince kız itiraf etti: ‘’Sırf eski sevdiğime benziyorsun diye buradayım. Ben de bir kaybedenim.’’ Söyledikleri kalbime dokunmuştu sevgili. O sen olabilir miydin? Sen de benim gibi, bana benzeyen birine ihtiyaç duyabilir miydin? O sen miydin sevgili? Daldığımı görünce fısıldadı: ‘’ Eternal Sunshine Off The Spotless Mind’’ ********************************** **********************************

  ****************************** ****************************** Koşarcasına kaçtım oradan sevgili. Senin bir oyuncak ayı olduğunu itiraf edemedim. Yine de kendimle çelişkiye düşmekte çok iyi olduğumdan ve bundan sahte bir gurur da duyduğumdan sevgili, varlığının cinsi hakkında bir an şüpheye düşmedim değil. Ama şu an eminim: Sen bir oyuncak ayısın benim için sevgili. Bulunduğum yerden, koşarak çıktığım pastaneye baktım. Kalktığım masanın üstünde bir oyuncak ayı yatmaktaydı. ************************************

************************************ *********************************** *********************************** Soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Kırmızı ışıkta durup gökyüzüne büyük bir karamsarlıkla baktım. Kara-gri gökyüzü ahmakıslatanını da göndermekte gecikmedi sevgili. Şu an burada olsaydın, yanımda benimle ağır adımlarla yağmura aldırmadan yürüseydin, tüylerin yapış yapış olurdu sevgili. Üzerinde sigara söndürdüğüm zamanlar oldu biliyorum ve özür diliyorum. Kırılmış kül tabağının da suça ortak olmasıyla suçluluk duygum biraz olsun azalıyor. Hala kırmızı yanıyordu ve bir araba iyice yanıma yanaştı. Beklediğim kişiydi. Evine gittik. Gizemli çantasını açtığında her kalibreden silah vardı. Uzun namlulu bir 45’lik seçip, ‘Silahlara Veda’dan bir pasaj okudum. Eleman etkilenip fiyatta oldukça aşağı indi. Elinde başka şeylerde vardı ama ilgilenmedim sevgili. Silahı belime takıp bir 2000 uzattım. Keyifle sigaralarımızı tüttürüp çıktık. *********************************** *********************************** ******************************** ******************************** Sağlam dostlarımızı kırdığımızı, onlarla uzaklaştığımızı söylüyorsun. Biz içimiz kan ağlaya ağlaya Tanrı ile bile yollarımızı ayırmıştık. Artık bizi paklayacak hiçbir şey olmayacaktı. Bunu bile bile bu kalın, karanlık kitaplara gömüldük. Kendimizden intikam alırken, bunun farkına varamamak, vardığımızı kendimizden saklamak. Bütün birikmiş ümitsizliklerimizi aynı potada tuhaf bir umutla eritip, oradan kendimize tapınacağımız –helva mı?- bir Tanrı uğraşısına girişmemiz ne kadar da aptalcaydı. Ama biz soylu aptallardık.

 *********************************** *********************************** Kanım parkelerin birleştiği çizgilerden daha içerilere doğru sızıyordu. Yattığım yerden görüyordum. Parkelerden sonra betondan da aşağıya, alt kattaki ihtiyar çiftin huzurla ölümü bekledikleri oturma/ölme odasına, onlar o an oradayken, belki de kafalarına pıt pıt damlayacaktı. Bileklerimi kesmiştim ve belki de kanım, bütün canlılığıyla kalan ömrümü onlara devretme işlevi görecekti. Bunu bilselerdi ya da gerçek olsaydı, tavana gözlerini dikip, ağızlarını alabildiğince açarak, damlayacak her bir damlanın tadına bakacaklardı. Kan emmek ille de vampir olmak anlamına gelmezdi. ******************************************* ******************************************* 

‘Kafadan sakat olma halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde, KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’ dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler beklermiş.

 

1 Şubat 2017 Çarşamba

MUTSUZ KIZ

DIŞ SONRA İÇ 16:00 BEN-TEYZE-ÇOCUK (ÜÇ MAYMUN) SSK Samatya’da yatmakta/ölmekte olan halamı ziyaret etmek için trene bindim. Sorumluluk almaktan, akraba, arkadaş ziyaretlerinden hep kaçmıştım. Belki de ölmüştü. Ama istasyondan inip ilk sağ yola saptığımda, epey gittikten sonra çıkmaz sokakta olduğumu anlamıştım ve geri dönmeye üşeniyordum. Dar sokak boyunca dizilmiş eğri büğrü yoksul evlerinden birinin kapısını çaldım. Elinde kemirdiği ekmek, kirli yüzlü, belden aşağısı çıplak 5 yaşlarında bir erkek çocuğu kapıyı açtı. İçerde acıyla kıvranmakta olan yaşlı bir kadın vardı. Halama ne de çok benziyordu. ‘‘Geldin mi oğlum?’’ dedi. İlginç olan hiçbir şey yoktu. Bu tek gözlü odada hayatı katlanılır kılacak bir şey arıyordu gözlerim. İçeri gizlice sokmayı düşündüğüm kanyağı çıkarıp ufaklıktan iki tane bardak istedim. Teyze hafiften doğrulup bana dikkatle baktı. ‘‘Sen Kemalettin değilsin’’ dedi. ‘‘Sen de halam değilsin’’ diye karşılık verdim. Gelen yarı kirli yarı temiz bardakları doldurup, teyzeye seslendim: ‘‘hayata ve coşkuya’’ **************************************************************************************************************************************************************************************************** ************************************************************************************************************************************************************************************************ Yazdıklarımın gereğinden fazla kişisel ve değersiz olduğunu düşündüğümden...............utanç içinde, tecrit edilmiş bir yaşam ile mükafatlandırılmama karar verilmiştir. "Her şeyi göstermek ve hiç bir şeyi teyit etmemek" üzerine kurulmuş bir yazınsal, debelenişsel anlatının tüm saç ayaklarını yerden kesmek üzerine, kaleme alınmış bir yazıyla tüm nefret edenlerime veda edeceğim. Uykudan uyandığımda, aslında uyanmadığımı anlamam için uykudan uyanmam gerekiyordu. Bunun için de bir süre daha geçecekti. Bu arada kalan süre, ağrılı bir süreç, 'bilinç'in kendi yapısını yeniden kurması, kurabilmesi için de kendinin farkına varması gerekiyordu. Çok ağrılı bir süreç -kısacık bir zaman dilimi- her saniye vuruşunda biraz daha değerlendiğini anlayacaktı. ************************************************************************************************************************************************************************************************ Hasta köpek. Önünde ölü balık. Yemiyor. Noktalar kısıtlıyor davranışlarını. Hastalık bütün yaşam pınarlarını kurutmuş. Evrene sürgün edilmiş köpek, özlem duydu hep geldiği yere. Tanımlayamasa da sahiplerine. Hiç sahibi olsun istemedi. Uzun süre olmadı da. Bebek sahilinde köpek. Hasta, yorgun ve yaşlı. Önünde ölü balık. Yemiyor. Canlı olmak kısıtlıyor davranışlarını. Canlıya özgü davranışlar onlar oysa. Bankta sakallı adam. Köpeğe bakıp bunları düşünüyor. Oysa bebek parkını hiç görmemiş bile. Ne kadar da çok ‘oysa’ kullanmış. ‘Bir’ kelimesinden nefret eder. Çok kullanmayı acemilik sayar. Şimdiye kadar hiç kullanmadı. En azından bu yazı boyunca. Zengin tombul çocuk kulağında kulaklık ter atıyor. ‘‘Pink Floyd’dan ‘Cirrus Minor’ dinliyor olabilir mi’’ diye düşünmekte, sakalını sıvazlarken. Oysa o parçayı dinlese böyle iştahlı koşamaz, biliyor. Böyle iştahla yeyip, bu kiloları da alamaz belki, bunu da biliyor. Bildikçe acısı artıyor. Oysa yıllar önce bıraktı bilmeyi, okumayı ve hafızasında tutma isteğini. Hasta köpek. Önünde ölü balık. Yemiyor. Patisiyle denize doğru itiyor. Ölü balığın suya düşerken çıkardığı sesi duyamıyor ter atan tombul çocuk. Sakallı adam duyuyor. Acısı artıyor. Köpek ağır adımlarla içeri ağaçlara doğru gidiyor. Sessizce ve kimseye görünmeden kusacak. Sakallı adam da kalkıyor banktan. Ters tarafa doğru yürüyor Bebek sahili boyunca, yüzünde tarifsiz bir keder. Oysa Bebek parkını hiç görmemiş. Ter atan çocuk orada hala ve hissediyor oraya ait olduğunu ve oranın da ona ve onun gibilere ait olduğunu… ************************************************************************************************************************************************************************************************ ************************************************************************************************************************************************************************************************ Sinemaya filmin ortasında girdiğinde karanlıktan anlayamadı önce hiç kimse olmadığını. Cumartesi öğleden sonrası, sıcak bir yaz günü, kendisi hariç herkesin yapacağı çok daha önemli işleri vardı. Kendine çok uzak yerlerde zevkle geçirecekleri zamanlar için o na ihtiyaçları yoktu. Tek başına filmi sonuna kadar seyretti. Jenerikleri sonuna kadar seyretti. Sonraki seyirci için çıkması gerekiyordu. Araya çıktı, kimse yoktu. Koşarak merdivenleri çıkıp gişeye kadar koştu; yine kimse yoktu. Dış büyük siyah kapı kapalıydı. Öfkeyle ve haykırışlarla yumruklamaya başladı kapıyı. Oysa bir sinema koltuğuna gömülüp, yerinden kalkmadan binlerce film seyrederek yaşlanmayı, hatta ölmeyi düşlemiş, bunun için dua ettiği bile olmuştu. Zemine düşen toprak sesi duydu birden. Yukarıda bir yerlerden üstüne toprak atılıyordu. Duası kabul olmuştu. Bu duruma alışması uzun sürecek olsa da, durumu bir süre sonra kabullenecek ve yumuşacık koltuğuna gömülüp kendini makinistin seçtiği birbirinden güzel filmlerin büyülü dünyasına bırakacaktı... ********************************************************************************************************************************************************************************************************************** ************************************************************************************************************************************************************************************************ Kelime dağarcığı darağacında sallanırken, soğuk esen rüzgarın da etkisiyle, kendini çözdürecek kelimeleri bulamıyordu. Erguvan kokulu yelkovanın hızına yetişememesi dehşetle titretti kendini biraz sonra. İstediği kelimelere hala sahip değildi. Bir olay örgüsünü ilmek ilmek dokumada iyice ustalaşmışken boşvermesi, aksine sökücü bir yapıya bürünmesi böbürlendiriyordu da kendini kimi zamanlar. Hızla doğruldu düşüncelere sarmalandığı sıcak yatağından. Sehpasındaki pakete uzanıp bir sigara yaktı. Uyumadan önce yarım bırakdığı çayı bardağından kavrayıp hızla içti. Güne yine güzel bir kahvaltıyla başlamıştı işte yine. ''Yokluğum ne kadar can yakabilir ki'' diye fısıldadı, aynadaki tanıyamadığı aksine. Fısıltısı yankı yapıp kendine bir yabancının ses tonuyla geri döndü. Kişilik bölünmesi, simetriğe yakın beyninin iki lobunu keyifle paylaşmış olmalıydı belki de. Bütün yokluğuna rağmen bir burjuva ya da aristokrat ahlakına sahip olması bir süre gurur dalgası olarak içine yayılıp ısıttı tüm kılcal damarlarını. Olay örgüsünü çözmekle meşguldu. Bizlerden sakladığı olay örgüsünü. Sıkıcı ve berbat bir girişten sonra koridor boyunca gelişme kısmını yaşayacak ve bu deneyimi belki de asla unutmayacaktı. Yol boyunca yerde sürünen yaralı bir adam, kuyruğunu yitirmiş bir kertenkele ile varışa kadar yarışa tutuşmuştu. Adam kanlı elini uzatıp yardım diledi, kertenkeleyi geçmek adına. Ama bunun adil olmadığını hepsi biliyordu. Nemli, yosun tutmuş uzun koridorun duvarlarından, hiç evlenmemiş yaşlı bir kadının gözyaşlarına benzer ılık sıcak damlalar süzülüyordu. Tavandaki uzun ve derin çatlaklardan da aynı damlama diz boyu suya karışırken sessizliği tuhaf bir şekilde bozuyor, kahramanımızın koridor/yol boyunca yaşayacağı ve yaşadığı deneyime renk katıyordu. İnce belli bir kum saatinden hayatı içer gibi tedirgin ve keyifli yolun getirisini düşünmekteydi. Yanından bir stalker'ın kılavuzluğunda bir fizikçi ve bir yazar tartışarak geçerlerken kendisini fark etmemelerine de şaşırıp azıcık da bozuldu. ''Ne olacaksa şimdi olmalı'' diye düşündü. Bir şeyler olmalı mıydı? Işığı gördü ve canı sıkkın çıkıverdi. Güneşli gökyüzünün, yemyeşil bitki örtüsünün ve çağlayan ırmakların olduğu bir yere açılıyordu koridor. Beyaz giysili temiz yüzlü insanlar ellerinde çiçeklerle kendini karşılamak için oradaydılar. Önemsendiğini ilk defa fark etti ve kendine değer verildiğinin. Esmer güzel bir kız elinden tutup onu sürükledi aşkının kalbine giden yolundan. ''Seni bekliyordum'' diye sevgiyle fısıldadı. Elini adamımızın göğsüne sokup, kalbine ve karaciğerine saplanan iki hain kalaşnikof mermisini çıkarıp attı. Bilinçaltından bedenine uzanan tüm koridorlar açılmamak üzere kapandı. Yeni ve uzun bir deneyimin yolları açıldı ayaklarının dibinde. ****************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************** *********************************************************************************************************************************************************************************************** Scattered remains splattered brains “Cennet'ten atılma, aslında sonsuzluktur: Demem o ki, Cennet'ten atılma geri dönüşsüzdür, yeryüzünde yaşamaktan kaçış yoktur, yine de eylemin sonsuzluğu, sürekli Cennet'te kalabilme umudumuzu yenilemekle yetinmez, aynı anda, belki de oradan hiç ayrılmadığımız anlamını da taşır; bunu bilsek de bilmesek de.” F. Kafka İç organlarını yokladı. Çimenli yumuşak toprağa düştüğünü anlayamazdı o an. Ayağa kalktı. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Tekti. Bir kitabı okurken ki kadar tek ve yalnız ve mutlu. “Gerçek parçalanamaz ve bu yüzden kendini tanıma olanağından yoksundur; onu tanımak isteyen yalana dönüşmekten gayrsını yapamaz.” F. Kafka Sürgün. Araç trafiğindeki aksamalardan bunalanların atlamak için sıraya girdikleri korkunç yüksek kayalıklar. Sıraya girdi. Birbirlerinden cesaret alıyorlar ve kolayca kendilerini boşluğa bırakıverebiliyorlardı. Arkasında güzel bir kız devamlı ağlıyordu. “Arabamı yeni almıştım. Çok pahalı ve spor bir arabaydı. Şu an burada olmayı istemezdim.” Kıza sarıldı ve şunları fısıldadı: “ Sözcüklerin karmaşasından kurtuluş yolu: Eyleme geçilerek yok edilecek olanın sımsıkı tutulması gerekir; ufak parçalara bölünen dökülür gider, nedir, yok edilemez.” “Bu yaşamdan aldığımız mutluluklar, yaşamın kendi mutlulukları değildir, şu andakinden daha iyice bir yaşama ulaşma korkumuzdan.” F.Kafka 02:54’de kayda/kayalığa girdiler. 02 dakika, 54 saniye sürdü düşmeleri. İç organlarını yokladılar. Çimenli yumuşak toprağa düştüklerini anlayamazlardı o an. Ayağa kalktılar. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Çifttiler. Bir kitabın iki yüzünü okurken ki kadar çift ve yalnız ve mutlu. **********************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

31 Ocak 2017 Salı

SİMGELER ORMANI

Gerçekten kitapsız kalmıştım. Bulduğu izmaritleri içen tiryakiler gibi, tezgahta 1 Ytl’lik ne varsa alıp okuyordum. Genelde elime bile almayacağım şeylerdi ama o anlarda Borges gibiydiler. 3 gündür açtım ve cebimde son bir teklik vardı. Simit mi almalıydım yoksa bir kitap daha mı? Kitabı seçtim, okurken bayılmışım....... Çağrıldığı karanlık kuyulara yaklaşmıştı. Sesler hala kederli, acılı ve bir an önce ulaşmasını ister türdendi. Kuyulardan birinin kenarına iyice yaklaşıp kulak kabarttı. Hala çağırılıyordu ve sebebini bilmeden/düşünmeden –tuhaftı bu- şu ana kadar yürüyüşünü sürdürmüştü. Karanlık, sesin dipsiz etkisi yapan derin kuyuya atlamalı mıydı? Düşünmeden atlamalıydı belki de. Atladı da, sevgili okur. Onu çağıran senin sesindi biliyorsun. Olmasını istediğin, kahramanlardan alınan öçe ortak olarak keyiflendiğin anlardan biriydi işte. Ahlakdışı hazların salınıp durduğu, ağırlaşmış havanın yaşamı ve canlılığı diz seviyesine çektiği bu uzay-zaman diliminde, kuyuya çok önceleri atılmış/ittirilmiş, kokmuş cesetlerin arasında keyifle yatıp dolunayı seyretmenin keyfine de diyecek yoktu belki, senin adına......... Üstteki paragrafta yer alan kuyulardan birini ateşe veren genç adam, ateşe yaklaşıp keyifle bir Uzun 2000 yakıyor. Taş toplamaya çıkmış bir astronot o an, çarpışıyor annesine çiçek toplamaya çıkmış bir kızla. Kavgaya tutuşuyorlar. Uzun 2000 içen adam keyifle kavgayı seyrediyor. Dövüşe dövüşe alevli kuyuya kadar yaklaşıyorlar, birbirlerini çekip kuyuya düşüveriyorlar. Et kokusu rahatsız ediyor genç adamı. Söylenerek uzaklaşıyor, sigarasını keyifle tüttürebileceği nezih ve aydınlık bir ortama doğru............ İlk paragrafta aç karnına kitap okurken bayılan genç adam, tam da bu satırları okurken kendinden geçmişti. Yazının bittiği yere kadar gelip bayılmıştı. Bu satırları okurken ne kadar da şaşırmıştır değil mi? İlk paragrafı bu öykünün üstüne not aldığını/kendi kurşun kalemi ile yazdığını fark etmiş olmalısın okuyucu. Yazı daha bitmediğine göre buraları da okudu. Şaşkınlığı daha da büyümüştür değil mi o an? Ama o an diyoruz, O okurken o an gerçekleşen, şimdiki zaman kullanmamız gerekmez miydi? Bence buralara kadar dayanamamıştır. Ortalarda bir yerlerde bayılmıştır. Kati olarak eminiz ki, yazının sonuna kadar okumuş, öyle bayılmış. O zaman O’na buradan bir mesaj verelim mi? ‘’Hemen kitabı bırak, bir şeyler ye, yoksa bayılacaksın’’ ........ Kendime geldim. Bayılacağımı anlamış, bunu da yazmıştım. Biri bana bir simit uzattı, şimdi iyiyim. Burada, beynimin içinde kendimleyim. Algılarımı, bilinçaltımı sıkı sıkıya kapadım. Dışarıdan gelecek müdahalelere karşı hazırlıklıyım da. Bayılmadan önce okuduğum öyküyü hatırlıyorum: Beynime girmeye çalışıyorlardı. Olağandışı hiçbir şey yok. Aynı bankta oturmaktayım ve mutluyum. Genel geçer bir mutluluk bu. Son okuduğum metin gerçekten de çok berbattı. Anlamaya çabalarken fazla enerji harcamış olmam bayılmamı hızlandırdı sanırım. Canı cehenneme bu ucuz, boktan metinlerin. Kimse okumadığından beş para etmiyorlar! Para verdim ama ve okuyacak başka bir şey de yok elimde. ........... Bütün ağır metinler aslında kendilerini tekrar ederler. Gramerine el koyulmuş dillerin bir kaçış yoludur bu. Sanal labirentlere girip izini kaybettirmek. Bedavaya elde edilmiş metinler üzerimizde bir basitlik etkisi yaratır, tuzaktır bu. Zenginler bertaraf edilir önce. Sonra teker teker diğerleri. En sonunda saf okuyucu kalır elimizde. Hak ettiğini alır. Şu an okumakta olduğun metin onlardan biri değil. Sabır, acı, fedakârlık kapılarını geçtikten sonra şaşırmaman için yazılmış, değersiz bir kılavuz. ............ Tepeye aydınlıkta çıktı, inerken hava kararmıştı. Tersini yapmayı yeğlerdi. Tepeye vardığında gün dönmek üzereydi. Frekans eğrisi gibi, birazcık bile dursa sistemi altüst edebilirdi. Bu satırlar, O’nun orada olma isteğini kuvvetlendiriyor hatta o isteği oluşturuyor. Kendini kelimelere bu kadar kaptırması hiçte iyi bir şey değil, değil mi? Okuyucu ile yazar arasında bu şekilde kalması/ezilmesi haksızlık. Ama bizim bu haksızlığı umursadığımız yok elbet. İşimizi yapıyoruz ve O’nu da kullanıyoruz. Bütün mesele bu. O veya başkası, fark etmez. Simidin güçlendirici etkisi. Against Widow – Amorphis- bilinçli veya bilinçsiz yapılan yazım hataları. Bütün bir kurguyu bozabilir mi? Kötü yazmak ve iştahla devam etmek. Size birisi dur demeli artık. Hala okuyor. Simidin irkiltici etkisi. Melancholy – Cemetery Of Scream- 1 YTL için yeterince okudun, bundan sonrası bedava. Ama bu durumda her şeye hazırlıklı olmalısın zavallı dostum. Hayatının son iki gününü karanlıkta, bilinçaltının kapanmış yaralarını kırbaçlamakla geçireceksin. Bir büyüğümüzün heykeli önünde kendine geldiğinde, üstünde başka birilerinin giysileri olacak. Sana göre daha küçük birinin, üstünde komik duracak belki ama o an o kadar zavallı görüneceksin ki, bu komikliğin –inan bana- kimseyi güldürmeyecek. Ve öleceksin. Simidin çıldırtıcı etkisi. Madhouse – Anthrax-.............. İki paragraf arasına astığım hamak. Güzel kabuslar görüp, dinlenmiş olarak kalkman için birebir. Hep aynı, yaşlı, korkunç kadını görüyor. Uyandığında -rüyasında uyandığında --rüya içinde rüya-- bir ağaç dibine oturmuş seni izliyor- Sonra yine dalıyorsun. Uzun bir yolculuktasın, geçmen gereken yolun uzağında seni bekliyor. Gitmeyi istediğin, düşlediğin yerlere çoktan varmış, seni bekliyor. Uyanıyorsun, aynı ağaç dibinde sana bakıyor. Niye korkuyorsun ki? Sana -bedenine- zarar veremez biliyorsun. Ama elle tutulamayan bütün güzellikleri senin için tatmış ve kurutmuş. Emin misin, bir kurtarıcıdır belki de. 15:51- 30.05.2008 . Beyninde bir hücre daha öldü, senin için topluyor. Kolundaki hasır sepetin içinde bütün ölü hücrelerin, kıpkızıl elmaların arasında. O'na asla yetişemezsin, biliyorsun. Herşeyi senin için, senden önce topluyor. Üzülmene, çökmene kıyamaz biliyorsun; mutlu olmana da. Bu yüzden hep senden önce orada. O hasır sepet senin için. Artık biliyorsun................. Flesh And The Power It Holds - DEATH.......... Yazılarıma geri dön. Word'un kılavuzluğu buraya kadardı. El sıkışıp ayrıldık. Artık noktadan sonraki ilk büyük harfler için 'caps lock'a basma ihtiyacı var. 'Caps Lock'a her bastığımda seni hatırlayacağım Word. Yola katırlarla devam ediyorum. Society - Eddie Wedder- (Into The Wild, soundtrack) Bensiz başının çaresine bakabilecek misin 'toplum' ? Eksikliğimi hissedecek misin? ''Sen varsan bir fazlayız'' mı diyorsun? Simidin kendinden geçirici etkisi. Haşhaş katkılı........... Yazar saçmala hakkını fazlasıyla kullanmış. Artık gitmem gerekiyor. Gülden Geçer Gönlüm -Düş Sokağı Sakinleri- ............ -------------------------------------------------------------------------------- Yırtık ayakkabılı kız çocuğu bedenini delik deşik etmiş mutfaktan gizlice aldığı bıçakla, bir gece vakti süzülmüş para babasının yatağına. Dalağını eline verip çıkmış geldiği gibi gizlice. Çamura basa basa, yırtık ayakkabılarından çoraplarına sıza sıza koşmuş. Kan sıçramış yüzüne, ama yağmur sökmüş almış, üstünde bırakmamış. Child İn Time – Deep Purple -------------------------------------------------------------------------------- “Ölmüştü. Sonsuza dek mi? Kim bilir? Şüphesiz, dinsel inançlar kadar ispritizma deneyleri de, ruhun ölümden sonra yaşamaya devam ettiğine dair kanıt gösteremiyor. Söyleyebileceğimiz tek şeyin, sanki bu hayata, önceki bir hayatta yüklenilmiş görevlerle adım atmışız gibi olup bittiği, yeryüzündeki yaşama koşullarımızda, iyilik yapmayı, incelikli, hatta terbiyeli davranmayı görev bilmemiz için hiçbir neden yok; aynı şekilde, ateist sanatçının örneğin ancak adının Vermeer olduğu bilinen, tanınmamaya mahkum bir sanatçının onca ustalık ve incelikle yaptığı o sarı duvar parçası gibi bir ayrıntıyı, ne kadar hayranlık uyandıracağı, kurtlar tarafından kemirilmiş bedeni açısından hiçbir önem taşımayacak olan bir ayrıntıyı yirmi kere baştan ele almayı görev sayması için de bir sebep yok. Şimdiki hayatta yaptırımı olmayan bütün bu görevler, iyilik, titizlik, fedakarlık temelleri üzerine kurulmuş, bizim dünyamızdan tamamen farklı, başka bir aleme aitmiş gibi görünmekte; belki de içinden çıkıp dünyamıza ayak bastığımız o aleme geri döneceğiz ve yeniden, kimin eseri olduğunu bilmeden, öyle öğretildiği için itaat ettiğimiz o bilinmez yasaların, her türlü derin zihinsel çalışmanın bizi yaklaştırdığı, sadece aptallar için –o da belki- görünmez olan yasaların hakimiyeti altında yaşayacağız...” Kayıp Zamanın İzinde / Mahpus - Marcel Proust Sessiz devrim sanki bu blog.. Devrim çoktan yapılmış, tüfekler gömülmüş, ateşler yakılmış, tavşanlar kızarmış, şaraplar içilmiş sanki. Bu yalpalamalar devrim sonrası bozulmanın işaretleri sanki. Sanki bu kadar geç farkına varmışız devrimin; neredeyse ömrünü tamamlamaya yakınken tadına varmışız... ***************************** büyük maksim gorki (yenikapı tren istasyonu yanı)********** ''Artık zehirli iğneler var genç'' dedi. Döndüm baktım Zeki abi. Elinde bir masum şiringa bana gülümsüyor. Sarıldım ellerine saygıyla öptüm. O esnada batıvermiş elime şiringa. Bütün saygım sevgim birden yok oluverdi. Bütün öfkemle bir yumruk salladım, canım Zeki abime. Koyu sakalı kızıl kana bulandı bir anda. Düştüğü yerden elinde şırınga hışımla üstüme atıldı. (çekim ölçeği : omuz çekim, 360 derece dolly) birbirimize kederle baktık. Şiringa hangimize saplanmıştı?********** *******BLOGUMUN ADINI TOM KOYDUM Kılık değiştirip belediye itlaf masasından gelmişler, Bloguma zehirli kıymalı ekmek vermişler, Oyy canına yandığım, zehirli kıymalı ekmek oyy, Silinsin istemişler yeryzünden oyy, yeryüzünden, Blogumun gırtlağına bıçak dayayıp, oyy dayayıp, Dayandım itlaf masasının kapısına oyy, kapısına, Öyle olmaz oyy, dedim, böyle olur oyy, O anda attı blogum içindeki zehiri oyy, zehiri oyy, Bütün itlaf masası çalışanlarının üstüne oyyy, Kıymalı zehirli ekmek oldu oyy, her yer oyy, Bumerang gibi, gitti sahibini buldu oyy, Buna benzer bir atasözü vardı, hatırlayamadım oyyy… (bu şiir 6 saat içinde kendini yok edecektir.. Güngören Belediye Parkı 02.08.2008) Dip not : 30 sene önce zehirli kıymalı ekmek verilerek öldürülen köpeğim Tom’a ithaf edilmiştir. Şimdi yaşasaydı 32 yaşında olacaktı..*********** *********Lacost – Alligator – Timsah Sahte Lacost tişörtüm üstümde, bataklıktayım. Timsahlara hava atmaktayım. Birinin başını okşamak için kolumu uzatıyorum, dirsekten kaptırıyorum. Kan kaybediyorum ama aldırmıyorum. Kanımın kokusu bataklık sineklerini çekiyor. Bütün korkularımdan arınmış bataklığa giriyorum. Kanlı bir hasır sepet süzülerek gelmekte bana doğru; içinde bir yaralı bebekle birlikte. Boynuma kadar batmadan önce sağlam kolumla bataklığın dışına fırlatmayı başarıyorum bebeği. Annesinin ağlamalarını duyuyorum, yaklaşmaktalar bataklığa. Gözlerimin izasında şimdi. ******** Kafamda bir sıcaklık uyanıyorum. Güneşlenirken uyuyakalmışım. Şezlongumda ters dönüp buzlu kokteylimden bir yudum alıyorum. Kendimi havuzun serin suyuna bırakıyorum. Bir plastik timsaha binmiş turist çocuk arkamdan yaklaşıp beni korkutuyor, gülüşüyoruz. ******* Sarmal yaylarla sarmalanmış döşeğimde bir ben, bir de iç sesim geceyi dinliyoruz. Bütün turistler 22:00 – 23:30 arası %50 ucuz içkiden sarhoş. Bir sigara yakıp yatağımda doğruluyorum. Cama doğru yürüyüp kederle açıyorum. 10 metre altımda, barda delicesine eğleniyorlar. Bir an burada bulunma amacımdan vazgeçip aralarına katılmak istiyorum. Kederim katlanıyor. Çantamı dolaptan çıkarıp usulca açıyorum: 4 tane el bombası.****** Üçünü alıp camın önüne yürüyorum tekrar. Defalarca yaptığım tekrarlardan usanmış, aynı anda üçünün de pimini çekip boşluğa bırakıyorum. Sonucu görmeden dönüp son el bombasını da bir kırmızı kuşağın arasına koyup kuşağı alnıma doluyorum. Gözlerimi kapattığımda hayatım gözlerimin önünden geçiyor: Kanlı bir hasır sepette bebekliğim, bataklıkta seçemediğim birine doğru süzülüyor. Beni yakalamasına ramak kala pimi çekiveriyorum.******* İçi boş üç el bombası, sabaha karşı oyuncak oluyor turist çocuklara...***** *******Uzun, lacivert bir asfalt düşlüyorum. Bir otobüsün koltuğunda uyuklayan 'eski ben'i bana getiriyor düşlediğim yoldan. Yazın son akşamüstleri, bir bozkır tepeye uzanmış, ışıkları yeni yeni yanmaya başlayan derme çatma evleri seyrediyorum. Küçük bir kız çocuğu yemeğini yeni yemiş, elinde bir bardak çay ile bana doğru geliyor. Ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra.***** Bütün okunmuş cümlelerim, belleklerin çorak zeminine düşmüş çürümüş yapraklar gibi yatmakta. Bir tazelenme hissi ve tekrar yeşillenmeleri adına belleklerin çorak zeminlerinin ve üstündekilerin, tekrar üstünden geçiyorum cümlelerimin. ******* ******Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. ****** ******Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.''****** *****Ağır atlar zamanı. Kurşun gibi ağır atlar fili alır. Sucukçu vezir bu anı kollamaktadır. Bekletmeden alır ağır siyah atı ve keser sur dibinde. Ağır siyah atın ağır kokulu kanı sıvar sur duvarlarını. Tuhaf bir coşku yayılır bütün bünyelere, şölen ateşi yakılır. Kör bıçaklı kasaplar gözleri bağlı olduğu halde, birbirlerini yaralamaya çalışır kahkahalar eşliğinde. Deliliğin sınırlarını aştın mı tadından yenmez olur hayat. Tadından yenmez.***** ********Bu son dostum. Artık eve dönme vakti, Cennete. Babamızın kovulduğu yere. Bizi kapıda boyunlarında çiçeklerle yerli kızlar karşılayacak. Vurduğumuz adamların kızları. Her birimizin boynuna çiçekler takacaklar. Ve biz yanlış kapıda olduğumuzu anladığımızda, boyunlarımızdakinin dikenli tel olduğunu da anlayacağız.****** *****Bir tavşan öldürdüm, kızıl bir tavşan. Son nefesini verirken yetiştim, eğildim dudaklarına fısıltısını dinledim: ''Tam da komünizmi getirmek üzereydim...''**** ********HAFIZA: Tasavvur edilen şeyler doğru olsun. Bütün herkes inansın. Bütün herkes tutkularına gülsün. Çünkü, tutku dedikleri şey ruhsal bir enerji değil, sadece ruh ve dış dünya arasında bir ihtilaf. Ve ilk olarak kendilerine inanmalarına izin verin. Onların çocuklar gibi çaresiz kalmasına izin ver. Çünkü zayıflık harika bir şeydir ve güç hiçbir şey değildir. Bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğü zamansa, kaskatı ve duygusuzdur. Bir ağaç büyürken körpe ve yumuşaktır. Ama kuru ve sert hale geldiğinde ölüp gider. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz. (STALKER'dan)******* - buradan mikrofonlarımıza ne söylemek istersiniz? - bütün dünya mikrofonları, birleşin!

25 Ocak 2017 Çarşamba

YAVRUSUNU YİYEN KUŞ

Sahtekar. Kesmeşekeri ikiye bölen. Kalpazan. Madeni parayı dişiyle bükebilen. Kalleş. (Judas) İsa'yı ispiyonlayan, şeytan ve cinlerle musallat edilen. Traveternlerden düşmüş ölü bir kızı gömdük. Çok eğlenceliydi. Düştüğünde ölmüştü. Pamukkalede pamuk şekeri yerken boğulduğunu açıkladı adli tıp. Otopsiye ben de girmek istememe rağmen bırakmadılar. İki görevliyi etkisiz hale getirip içeri girmeyi başarsam da o bölüme girmeye cesaret edemedim. Kesik bir kafanın boyun kısmında pamuk şekerciklerini ayıklayan çatlak bir doktor kafamda gezindi durdu. Sonra beni yakalayıp uzun beyaz bir gömlek giydirdiler. Sünnet olurken bunlardan bir tane giymiştim. Altımda don da yoktu ki o zaman, bu zaten prosedür gereği imişmiş. Akıl hastanesine kapatılmamın akabinde deli taklidi yapmakta epey zorlandım. Bütün deliler akıllı taklidi yapmaya çalışırken bu oldukça zordu. Kafamı usturaya vurdular. Buraya bu şekilde gelmem Fenere gelen Roberto Carlos etkisi yaptı. Orta yaş güzeli ve bunalımı güzel ve asabi hemşire Jennifer bize çok çektiriyor. O'na Baudrillard'dan bahsettim. Meşhur simülasyon kuramından. ''Sen tam bir delisin'' dedi. Bu hoşuma gitti. Demek ki numaram tutacak. Bir gün sonra bu simülasyon kuramını biraz daha açmamı istedi. Tedirgin oldum. Açıkçası çok şey bilmiyordum ve anlattıklarımın yarısı sallamasyondu. Ama bildiklerimi ve bilmediklerimi ustaca kaynaştırmayı başardım. Nihayetinde benim diğerlerilerinden ayrı bir bölümde, en azılıların arasında kalmam gerektiğine hükmetti. Bunu beklemiyordum... (go on man) ********************************************************************************* ''Elektrik telleri yazın genleşir ve uzar'' derdi elektrik hocamız. ''bundandır o güzel yaz günlerinin sıcağında hafif sarkmaları.'' Hocamızın rakı saati gelmişti, bir an masanın altına girip bir fırt çekip devam etti: ''Kışın ise soğuktan sıkılaşır ve kısalır ki, karlı kış gecelerinde sobalı evlerimizde kestane patlatırken bu sıkılaşma ve kısalma daha bir seyredilir olur.'' Tekrar masa altı ve bir fırt daha. Aynı anda ben de sıranın altına sinip kanyağımdan bir fırt çekiyorum. Lise hayatı devam edip gidiyordu bu şekilde. Bunu Beklemiyorduk: Mumları üflemişti ki, ki 30 küsur mum bir anda sönüverince nefesinin ne kadar kuvvetli olduğundan bahsedip gülüşmüştük. İçeri O girdi. Pastayı kesmek isteyen kızı yana ittirip cebinden bir ustura çıkardı. Küçük, güzel bir dilim kesip, doğum gününü kutladığımız arkadaşa yedirdi. Pasta, arkadaşımızın dilinde yumuşacık, nefis bir etki bırakıp mideye inmek üzereyken, yeni gelen arkadaş bu eyleme izin vermeyip, elindeki usturayla doğum günü adamımızın gırtlağını kesiverdi. Kanla karışık, çiğnenmiş pasta karşısında durmakta olan sevgilisinin yüzüne sıvandı. Şok ve dehşet içindeydik. (İlham'ın alındığı yer: 'Eastern Promises') ........................... Serhan Ada: 2000 yılında Jean Nouvel’la yaptığınız röportajda Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri için: “New York’un ruhunu en radikal biçim: dikey formda yansıttıyor, kuleler iki delikli kart (punch tape) gibi gözüküyor, birbirlerinin klonları. Şehrin bittiği yer ama çok iyi bir son oluşturuyor. Mimarisi hem bitiş olduğunu hem de bitişin başarıyla sonuçlandığını söylüyor.” demiştiniz. O zaman mimari çevrelerin buna tepkisi nasıl oldu? ............................ http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=13491 J.Baudrillard bu tuhaf ve karanlık yorumu, kuleler indirilmeden önce yapıyor, 2000 yılında. ********************************* ............................ 5. Sonra Lyotard'ın, ressam Monory için yazdığı bir yazıda, 'modern özne' ile 'temsil' fikrine yönelik eleştirisini dile getirirken kullandığı bir Borges öyküsüne geçer. Bu öyküde şöyle bir olay anlatılmaktadır: " Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece, ayna halkı dünyayı işgal eder. Çıkan savaşın sonunda, Sarı Sultan'ın büyü gücü sayesinde ayna halkı alt edilir. Sarı Sultan, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı, insanların kölesi, yansımalardır. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır" ............................... ************************************************* **************************************** Yüksek sesle sert müzik dinlemekten, çocuk denilebilecek yaşta, kulak kiri basmıştı beyninin her yanını ve bu O’nu gerçek anlamda hasta etmişti. 3 gün yattıktan sonra bir KBB’cıya gitmeyi akıl etti. Bir gün önce annesi Yenimahalle Sigorta Hastanesine götürmüştü ama o kadar kalabalıktı ki annesini geride bırakıp eve kaçmıştı. Dışarıda pek fazla duramıyor, bunalıyordu. Açık hava hiç yaramıyordu. Güneş, tatlı rüzgâr, denizin parıltısı ve daha birçok insana yaşama sevinci veren şey… Trende gerisin geri dönerken Pink Floyd’un birkaç parçasını tekrar dinlemek için yanıp tutuşuyordu. Daha 15 yaşındaydı, bol sivilceli, kısa boylu, sevimsiz bir çocuk. Bol kompleks, bol nefretin içinde bir tatlı kaşığı sevgi serpiştirilmiş, bir tatlı kaşığı. Pek konuşmazdı, isteseydi de O’nun konuşmak isteyeceği şeyleri konuşmak isteyen, bilen birileri hiç etrafında olmadı. Mezarlıklara gitmeyi, orada mırıldanmayı severdi. Özellikle yağmurlu, soğuk akşamüstleri, akşam ezanı okunmaya yakın. Kimsenin dışarı çıkamadığı karlı bir akşamüstü –şu meşhur 87 İstanbul kışı- 20 dakikalık yol yürüyüp, walkmanında Doors –Riders On The Storm- mezarlığa bembeyaz ulaşmış, ağlayarak tuhaf, belki de değersiz sırlarını 32 yaşında ölen bir kadının mezarına çöküp anlatmış, anlattıkça kendinden geçmişti. Kolları dirseklerine kadar kadının yattığı toprağa gömülü olduğu halde kendine gelmişti. Biraz daha öyle dursaydı tatlı bir ölüm O’nu bekliyor olacaktı. Ölmek için daha güzel bir zaman ve mekân olamazdı belki de. KBB’cı hala kulakları temizliyor, bu kadar uzun süreceğini düşünmüyordu. — Hiç bu kadar kulak kiri görmemiştim daha önce. — Meslek yaşantınız boyunca, burada mı? Buraya gelmeye parası yetmeyenlerin arasından yüzlercesi çıkar. — Beni onlara götürür müsün? — Bu bir dönüşümün işareti ise, evet. — Evet, bu bir dönüşümün işareti. O önlerinde, doktor ve asistanı çamurlu ve dar sokaklara daldılar. Tuhaf, tatlı ve terletici bir yokuş onları bekliyordu. Yokuşu adımladıkça, yol daha bir daralıyor, umutlar azalıyor, yorgunluk artıyor ve boğucu bir ter kokusu havaya yayılıyordu. Havayı dağıtmak adına doktor kulağına bir şey fısıldadı: ‘‘Sana bir meslek sırrı vereyim. Barış Manço’nun niye saçları uzun? Çünkü kulakları yok.’’ Doktor yokuşun yarısına kadar dayanabilmiş, kafayı yemişti. Asistan kız ise çoktan sıvışmıştı. Gizli bir el, kulak kirlerine dokunulmasını istemiyordu. Doktor sırılsıklam kaldırıma çöküp bir Kent yaktı. İki nefes çekip mırıldandı: ‘’Beni buraya göm. İleri gidemezsem, geri de dönemem. Beni Araf’ta canlı bırakma. Beni bu serum lastiğiyle boğ ve buraya göm.’’ Çok sıcaktı ve doktorun kulakları akıyordu. Balmumu kıvamında kulak kiri ve bütün temizlediği kulakların kiri akmaya başlamıştı yokuştan aşağı doğru. Kaçabilen canını kurtarıyordu. Artık nefes almıyordu. Gözlerini kapatarak dudağındaki kaliteli sigarayı alıp birkaç nefes çekti. Sanki artık her şey daha bir katlanılırdı. Tepeye varabilirse O’nu bir aşk caddesi, caddenin en güzel yerinde de bir Whisky Bar bekliyor olacaktı. (Not to touch the Earth) Kafayı yemiş manyak adamların ve onların koltuk altlarına girmiş zeki ve güzel kızların arasından sıyrılıp sahneye doğru yaklaştı. Kendinden geçmiş genç bir adam şarkı söylüyordu: Kertenkele Kral. Ucla Sinema Okulundan mezun olmuştu ve okul arkadaşları Coppola ve Lucas gibi yönetmen olmayı seçmemişti. O’nu gördüğüne hala inanamıyordu. Kulaklarında ‘‘Summer’s Almost Gone’’ın tatlı melodisi, gözlerini tuhaf bir beyazlığa açtı birdenbire. Soğuktan titremesine rağmen içine ılık bir yaşama isteği akıyor, bu da O’nu şimdilik canlı tutuyordu. Genç yaşta ölmüş kadının mezarına kapaklanmış bir halde gözlerini açtığında bunlar oluyordu dünyasında. Ve yaşadıklarını paylaşacak birileri yoktu henüz etrafında. Bir İspanyol karavanında, yaşlı bir ayyaşın güzel karısının kollarında aşkı ve coşkuyu düşlerken yaşlanmak ve iki onyıl sonra karavandan çıkıp aynı mezarlığa dönmek ve karavandaki o güzel kadını o kapaklandığı mezarda yatıyor bulmak kadar da acı verici bir şey olamazdı belki de. *************************************************************** *****************************************